Edebiyat, yalnız insanların işi mi?
Edebiyat yalnızlığın çocuğudur. Bu edebiyatçının Fildişi Kulesi’ne çekilip insanlarla görüşmemesi, onlarla beraber olmaması anlamına gelmez. Anton Çehov ve Sait Faik gibi pek çok yazar kahvede, çarşıda, pazarda insanlarla hemhal olmuştur. Fakat bu, onların yalnız kalmadığını göstermez. Yalnızlığı olmayanın yazacak bir şeyi yoktur.
İnsan yalnız kalabiliyor mu?
İnsanlık yalnız kalmayı başaramadığı için bu kadar çok hata yapıyor. Birazcık yalnız kalabilseydi aynaya bakma fırsatı yakalayacaktı. Aynaya bakma fırsatı bulamıyor. Çünkü kendiyle baş başa kalamıyor. Kendiyle baş başa kalmamak için sürekli bahaneler üretiyor.
Adını “muhabbet” koyduğu, “dostluk” koyduğu arkadaş toplantıları, adını “sosyal yaşam” veya “paylaşım alanları” aylaklık mekânları, insanın kaçış tünellerinden başka bir şey değildir. İnsan yeter ki kendisini dinlemesin. Kendisini dinlememek için her şeyi dinlemeye razı. Yeter ki kendi sesini duymasın!
Peki, yazarlar, insanı yalnızlıkla buluşturabilir mi?
Gerçek yazarlar toplumu dinlerler; toplumu dinledikten sonra da kendilerini dinlerler. Yalnızlıkları içerisinde, bütün gördüklerini, dinlediklerini yeniden gözden geçirir ve kazanlarına koyarlar. Bir iksir yaparlar biriktirdiklerinden; büyülü bir iksir! Seslerden, görüntülerden, olaylardan iksir yapmayı bilen gerçek büyücülerdir onlar.
Kendiyle baş başa kalamayan insanlar, birdenbire kendi iç dünyalarına dönerler. Bir sanat eseri, insanı kendiyle baş başa bırakma gücüne sahiptir. Kendinden sürekli kaçan insan, bir sanat eserinin önünde durur, kendini seyreder.
Kendimizi dinlemesek ne olur?
İnsan susadığı zaman bunu hissediyor. Hatta hissetmek ne kelime! Su içmeyince bir süre sonra öleceğini bildiği için su içiyor. Acıkma hissi de böyle. ONU DOYURMADIĞINIZ TAKDİRDE SİZİ EN UÇLARDA DOLAŞTIRACAK DURUMA GETİREBİLİYOR. Burada bir sınav var!
İnsan düşünmediği zaman beyni ağrımıyor ya da okumadığı zaman kıvranmıyor. Burada bir aldatmaca var! Böyle olunca bunların birer ihtiyaç olmadığı düşünülebilir. Hâlbuki bazı sancılar vardır ki bedeni rahatsız etmez fakat farkında olmasa da insanı yapaylığa, boşluğa, sıradanlık ve sığlığa götürür. İnsan bir böcek gibi yaşamaya başlar. Alışkanlık öyle güçlü bir şeydir ki insan bir böcek gibi yaşamaya başladığında dahi bu duruma alışır; tıpkı Kafka’nın “Dönüşüm” romanında olduğu gibi. Bir sabah uyandığında böceğe dönüşen Gregor Samsa, bir süre sonra böcekliğe alışır ve böcek gibi düşünmeye başlar. Bu yüzden insanın yeryüzündeki varlığını, nasıl bir hayat sürdürdüğünü, yaşamı ve ölümü fark etmesi, ancak iki yoldan olur. Birincisi, ilahi kitapların uyarıcılığıdır.
Bana göre her sanatçı Allah’ın görünmez bir elçisidir; elçi olduğunu bilmese de. Bu bir peygamber elçiliği değil! İnsan, yeryüzünde Allah’ın halifesidir ve bazı duyarlı insanlar kanalıyla hikmet başta olmak üzere, ilahi güzellikler pek çok şey, bu vasıtayla, yani elçilikle insanlara ulaşır. Bu durumda ikincisi de sanatın uyarıcılığıdır. Gerçek hayatta, gerçek insanlardan kazanamadığı deneyimi okur, sanat eseriyle kazanabilir.
“Posta Kutusundaki Mızıka” adlı kitabınızda “İnsan denince akla geliyor muyuz?” diye yönelttiğiniz bir soru var. Ne olması gerekiyor ki biz de insan denince hatırlanalım?
Öncelikle gerçek insanların hatırlanmadığı bir dönemde yaşıyoruz. İnsan olmak dahi hatırlanmaya yetmediği gibi insan olmayanlar daha çok hatırlanıyor. Bu, toplumun bakışı. Oysa insan dediğimiz zaman kâmil insanı düşünmemiz lazım! Kâmil, eksiksiz, bütün demektir. Bir şey eksiksizse, ona o ad verilir. Kamilse insan,” insan” olmuştur.
Ben, hepimizin yeryüzünde parçalarımızı aramak için ömür sürdüğümüzü düşünüyorum. Parçalar her bir tarafta… Ne kadar toparlayabilirsek… Çoğu zaman toparlayamadan göçülüyor bu dünyadan. Ama en azından olmazsa olmaz parçalarını, gözlerini, dudaklarını, kulaklarını, kalbini toparlayabilsen…
Toparlayabilsek belki de kâmil insan olacağız, değil mi?
Nietzsche’nin “üst insan” teorisi vardır. Ona göre insan doğulmaz, insan olunur. Bu, tasavvufun da temelidir. İnsan, kâmil olmaya çalışır. “Çalışır” dedikten sonra da “çalışır mı?” diye bir soru sorabiliriz aslında. Hangimiz çalışıyoruz bunun için? Doğrusu ben, kâmil olmaya çalışmanın kolay bir şey olmadığını düşünüyorum. Ama mutlaka çalışanlar vardır.
“İki günü birbirine eşit olan ziyandadır.” diyor Peygamber Efendimiz (a.s). İki günümüz keşke birbirine eşit olsa. Bir sonraki gün bir öncekinden her zaman daha kötü. Oysa ki biz, bildirilene göre her gün, bir öncekinden daha iyi olmalıyız. Bunu sorguladığımızı düşünmüyorum.
Dinin de şablonlar halinde algılandığını ve özüne inilemediğini, dinin de yapmacık bir hale geldiğini düşünüyorum. Allah’ın koruduğu müstesna! Mutlaka özel insanlar var ve bizler, onların yüzü suyu hürmetine yaşıyoruz ama bir durum tespiti yapacak olursak, sürekli kayıptayız. Daha çok ve daha çok kaybediyoruz.
İnsan, kaybettikçe, kaybettiklerini kazanmaya çalışmaz mı?
Kumarbazlar vardır. Kaybettikçe daha fazla oynarlar. Yani her şeyimizi masaya ittik. Daha koyacak bir şeyimiz kalmadı ve biz bu kumarı kaybetmeye devam ediyoruz.
Sırası gelmişken “Fener Bekçisinin Rüyaları” kitabınız hayırlı olsun. İçerisinde “Hayatım Roman” adlı bir hikâye var. Ben o hikâyeden şunu anladım: İnsanın yazmak için bir sebebi olmalı. Sizin yazmak için sebebiniz nedir?
“İnsan ne için yaratılmışsa, o şey ona kolaylaştırılmıştır,” buyruluyor bir hadis-i şerifte. Burada “kolaylaştırılmıştır” demek, üzerine gittiğin takdirde yollar açılacak demektir. Herkes bunu kendi hayatında görebilir. Bazı şeyleri yapmaya kalkıştığında birdenbire yollar açılır, yardımcılar gelir, her şey akmaya başlar ve hiçbir şey ona mani olamaz.
İşte ben yazmanın bana bahşedildiğini, bunun için yaratıldığımı düşünüyorum. Bu yolda çaba sarf ettiğim zaman lezzetli ve acı meyveler de elde ettiğimi görüyorum. Sadece lezzetli meyvelere değil acı meyvelere de ihtiyaç var sanatta. Yediğin zaman ağzına bal akıtan değil, acı tat bırakan meyveler şifa olur insana bazen. O yüzden benim ağacımın meyveleri, tatlı olduğu kadar acıdır. Bunların hormonsuz ürünler olduğunu düşünüyorum.
Çok ilginç bir konuya temas ettiniz. Edebiyatta hormon nasıl olur?
Yapaylık, hormon vermektir. Dünya, daha çok kazanmak için yapaya, suni ve plastik olana akıyor. Bugün edebiyatta da bu var. Yazar daha çok üretebilmek için hormon aşılıyor ruhuna ve eserlerine. Böylece daha çok ürün alıyor. Bakıyorsun, senede üç tane roman yazıyor. Yazdığı metinler toplumda ilgi görüyor, tüketiliyor ve atılıyor. Bir tüketim malzemesi haline dönüşüyor. Sanatçının çok üretmesi doğru bir şey değil. Çok üreten sanatçıları yüceltmek doğru bir şey değil. Nitelik sorgulanmalı. Şimdiki şairler yılda seksen tane şiir yazıyor. Oysa Ahmet Haşim ömrü boyunca seksen tane şiir yazmış! Burada bir tuhaflık yok mu? Ahmet Haşim tembel bir adam mıydı yoksa sanat çok kıymetli bir şey mi?
Sanatta anlaşılır olmak bir kural mıdır?
Ahmet Haşim’den söze devam edelim burada. Çünkü ilk tokadı o yemiştir toplumdan. “Bir günün sonunda arzu” şiiri, “ne demek istiyor burada şair, anlamıyorum” ifadeleriyle eleştirilmiş o zaman. Bu çirkin soru sorulmaya devam ediliyor. Sanatın sezgilere hitap ettiği göz ardı edilerek, hemen etinden, sütünden, kemiğinden, boynuzundan fayda sağlanmak isteniyor ya da bunun eti, sütü, boynuzu var mı diye bakılıyor. Dili var mı? Keselim, bir füme sandviç yapalım! Böyle bir bakış açısı olamaz.
Bu da kültür endüstrisi aktörlerinin sanatçı olarak algılanmasına sebep oluyor. Bu aktörler hormonlu ürünlerini piyasaya çıkarıyorlar ve lezzetli yemişler olarak aktarılıyor medya aracılığıyla. İnsanlar da eser diyemeyeceğimiz bu hormonlu kitapları satın alıyorlar.
Edebiyat atölyelerinize katılan öğrencilerinizde, en çok hangi yanlışa düştüklerini görüyorsunuz?
Her şeyden önce yazmak isteyen insanın kendisine sorması gereken sorular var: Bir: “Yazmalı mıyım?” İki: “Ben bunu ne kadar istiyorum? Bu bir heves mi yoksa istek mi?” Üç: “Neyi yazacağım? Yazacak bir şeyim var mı?” Dört: “Bu yolun sıkıntılarına dayanabilecek miyim?”
Fakat “Birazcık uğraşayım bu işlerle, hemen kitabım çıksın, tanınayım. İmza günü yapayım, insanlar önümde kuyruk olsunlar…” diye bir algı varsa bu insandan hiçbir şey olmaz. Bu uğraş, her sanat gibi bizden gerçek anlamda büyük emekler ister.
Yazmak için zekâ şart! Daha doğrusu bir sanat ürünü ortaya koymak için yüksek bir zekâya ihtiyaç var. Bir: Zekâ, iki: İstek (ben buna aşk diyorum), üç: Çalışma. Eğer zekâ varsa, aşk varsa, çalışma varsa, bu üç sacayağına kazanını koyabilirsin. “Ayakta durarak üç, dört sene sabırla karıştırmayı göze alıyorsan, gel ben sana bu sanatı öğreteceğim,” diyorum. Yok eğer “Dünden bugüne ben bir şey olmak istiyorum,” diyorsan, “Benim yanımda yerin yok,” diyorum.
O halde genç yazarlara ne tavsiye ediyorsunuz?
Sanatın temeli sabırdır. Aynı metni üç kere, beş kere, gerekirse elli kere yazmayı göze alamayan bir adamın yazar olması mümkün değildir. “Ben masaya oturdum. Elimi şakağıma dayadım. İlham perisi bana fısıldayacak, ben de bunları kâğıda dökeceğim!” Yok, böyle bir şey!
“Yazarlık doğuştan gelen bir yetenektir ve eserler de ilham gelir ve yazılır” diye bir algı vardır toplumda.
Dünyanın gelmiş geçmiş bütün yazarları, çok sancılı çalışmalardan sora eserlerini ortaya koyabilmişlerdir. Gogol defalarca yazdıklarını yakmıştır. En sonunda zaten “Ölü Canlar” eserinin ikinci cildini yazdı, beğenmeyip yaktı ve sonra öldü. Hemingway, Çehov, Kafka, Maupassant da bu yazarlar arasındadır.
Özgün olma konusunda ne düşünüyorsunuz?
Özgünlük bir anda elde edilecek bir şey değildir. Sanat, taklitle başlar. Özgünlüğe ulaşana kadar taklit döneminin eserlerini yayınlamamak gerekir. Ne zaman özgün olduğuna inanırsa o zaman yayınlatmalı. Çünkü yayınlanan bir metinden kaçmak mümkün değildir. Ömrünüz boyunca karşınıza çıkar.
Sizin yayınladığınız için pişman olduğunuz yazılarınız oldu mu?
Bu soruyu Peyami Safa’ya sormuşlar. “Hepsinden!” demiş. Fakat sanatçının bunu söylemesiyle bir başkasının bunu söylemesi aynı şey değildir. Peyami Safa, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Reşat Nuri Güntekin gibi pek çok yazar, kitaplarını yayınladıktan hemen sonra pişman olmuşlar ve “Daha iyisini yapabilirdim,” demişlerdir. Bu duygu, insana bir sonraki eserinde irtifa kazandırır, onu yükseltir. O yüzden yazdığımız her şeyden pişman olmamız gerekir. Ama bu “Ali Ural yazdığı kitaplarından hoşnut değil,” anlamına gelmez. “Evet, bu yayınlanabilir,” demeden hiçbir şeyi yayınlamadım. Benim ilk şiir kitabım “Körün Parmak Uçları.” Ondan önce dört kitaplık şiirim vardı ama ben bunların hiçbirisini yayınlamadım. Çünkü bana göre onlar olmamıştı.
Sosyal paylaşım sitelerinde, birçok insanın sürekli olarak bir şeyler paylaştığını ve sürekli olarak kendini anlatma ihtiyacı duyduğunu görüyoruz. Siz bu insanları nasıl yorumluyorsunuz?
Kendini anlatacak ama kendi diye bir şey yok ki ortada! Olmayan bir şeyi anlatmaya çabalıyor. Önce bir şey var olur, sonra anlatırsın. Tarih boyunca geveze insanlar olmuştur ama hiçbir zaman milyonlarca insan aynı anda gevezelik etmemiştir. Şu anda sosyal paylaşım siteleri adı altında, kitlesel bir gevezelik görüyoruz. Sosyal paylaşım! Paylaşım diye bir şey yok aslında. Paylaşılması için ortada bir şey olması gerekiyor.
Kişinin özel hayatı, hangi filme gittiği, hangi lokantada yemek yediği, beğendiği sanatçıların isimleri, bir paylaşım metaı olamaz. Senin eğer bir bardak suyun varsa ve sen o bir bardak suyu ikiye bölebiliyorsan, bu bir paylaşımdır. Kaldı ki orada paylaşıldığı sanılan şeylerin teşhir edildiğini düşünüyorum. Kitlesel gevezelik ve kitlesel teşhircilik! ,Aldığı elbiseleri nereden aldığını yazan insanlar var. O aslında diyor ki; “Beni fark edin. Beni önemseyin!” Çünkü kimse kimseyi önemsemiyor.
O zaman paylaşılan yerde değil, paylaşılan şeyde sıkıntı olduğunu söyleyebiliriz değil mi?
Diyelim ki siz Doğu-Batı Divanı’nı okudunuz ve Goethe’yle ilgili bir takım fikirleriniz oluştu. Başkalarının fark etmediği bir şeyi fark ettiğiniz için bunun bilinmesi gerektiğini düşünüyorsunuz. İşte bunu yazar, paylaşırsınız. Ama çoğu zaman paylaşıldığı düşünülen şeyin bir değeri yok! Çok büyük bir vitrin yaptılar. Herkes bu vitrine neyi var neyi yoksa boca ediyor. Bit Pazarı! Bu Bit Pazarı’nda bazen çok değerli şeyler olabilir. Ama çok değerli şeylerin peşine düşen adamlar Bit Pazarı’nda nadiren görülürler. Onlar değerli şeyler için nereye gideceklerini bilirler. “Bit Pazarı’ndan bir şey bulur muyum” diye nadiren oraya gidebilirler ama tutup da ömürlerini orada geçiremezler.
Zaman Gazetesi’nde yayınlanan son makalenizde Ahmet Hamdi Tanpınar’dan bir alıntı vardı: “Kendimizi sevmiyoruz. Kafamız bir yığın mukayeselerle dolu; Dedeyi Wagner olmadığı için, Yunus’u Verlaine, Baki’yi Goethe ve Gide yapamadığımız için beğenmiyoruz. Uçsuz bucaksız Asya’nın o kadar zenginliği içinde, dünyanın en iyi giyinmiş milleti olduğumuz halde çırçıplak yaşıyoruz.”
Çoğu zaman insan, sahip olduklarının farkında değil. Bir redd-i miras ruhu içinde. Dededen bir saray kalmış. Adam diyor ki: “Ben bu sarayı istemiyorum!”
Derviş olduğundan mı mirasını reddediyor?
Keşke derviş olsa! Onun gözünde o saray bir hazine değil. Hazine olduğunu fark etse kimselere vermeyecek, hemen sahiplenecek. Orayı bir enkaz olarak görüyor. İnciyi bırakıp boncuğa razı oluyor.
Christoph Colomb, Amerika’ya ayak bastığında yerlilere renkli boncuklar vermiş. Karşılığında da, onların denizden çıkardıkları ama değerini bilmedikleri incileri almış. İnci beyaz, ama boncuklar rengârenk. Zavallı yerliler hemen tav olup incilerini vermişler.
Durumumuz bundan ibaret. Biz boncuğa razı olduk ve incileri reddettik. Tekrar zengin olduğumuzu, redd-i miras yaptığımız o büyük servetimizi görmenin zamanıdır. Herkes elindeki boncukları atsın ve kendisine kalan asıl mirasa yönelsin.
Bunu anlatmak dünyanın en zor işidir. Kulaklar duvar olmuşsa, o duvarları yıkmadan tek bir kelime bile söyleyemeyiz insanlara. Söyleriz ama yankı yapıp geri döner. Asla yerine ulaşmaz.
Ama hiçbirimiz kendimizi değişimin parçası olarak görmüyoruz. Ayak uydurmak daha kolay geliyor.
Bir şeyi herkes yapınca meşrulaşıyor. Yeryüzünün en kötü şeyleri bile kitleler tarafından yapılarak masumlaştırılıyor. Moda dediğimiz de böyle bir şeydir. Moda, sadece elbisede olmaz. Moda, büyük topluluklara aynı şeyi yaptırarak, sıradan olanı önemli gösterir, sığ olanı derin gösterir, çirkin olanı güzel gösterir. İnsanların algılarıyla oynar. Uyardığın zaman savunma hazırdır: “Herkes öyle ama!” Bu “Herkes,” dünyanın en tehlikeli şeyidir.
Bu ayniliğin içerisinde bir de farklı olma çabası vardır, değil mi?
Farklı olma bilinçli bir şekilde olursa iyidir ama şöyleyse kötü: “Ben farklı olmalıyım!” Farklı olmak çağımızda bir hastalığa dönüştü. Kazara iki kişi aynı elbiseyi giyinse bundan mutsuz oluyor ve “Pişti olduk” diyorlar. Kupon kumaşlar, yani özel olarak tek parça üretilmiş pahalı kumaşlar satın alıyor, çünkü sadece ona özel olacak, bir başkasında olmayacak.
Yıllar önce bir okurum imza günümde beni uzaktan seyretti ve herkes gidince yanıma gelerek dedi ki: “Böyle olmaz! Eskiden sadece ben okuyordum sizi. Ben hoşlanmadım bu manzaradan!” Şaşırmıştım. Hâlbuki insan sevdiği şeyi paylaşır. Ben iyi bir kitap okuduğum zaman bütün öğrencilerime tavsiye ederim. Birçok yazar, okuduklarından söz etmez. Beslendikleri kaynakları asla ifşa etmez. Ben kendi yol haritamı, beni Ali Ural yapan neyse onu paylaşmaktan çekinmem. Güzellik, paylaştıkça daha güzelleşen, çoğalan bir şeydir. Kendine saklamak, korkunç bir cimriliktir.
Değiştirebilme gücünüz olsa neyi değiştirirsiniz?
Kendimi. Ben kendimden memnun değilim. Aslında bu soru insana yanlış bir cevap da verdirebilir. İNSANI, TANRI’NIN YERİNE HEVESLENDİREN BİR SORU. İnsan, hiçbir şeyi değiştiremez; Allah’ın izin verdiği dışında.
Hz. Hacer’in Safa ile Merve arasındaki yedi defa gidip gelişi olmasa, o zemzem çıkmayacaktı belki de. Gidip gelmelerin, o duanın lûtfu olmuştur zemzem. Aynı yere defalarca gideceksin. Çabalamadan hiçbir şey olmaz. İnsan, “Ben bir şeyleri değiştiririm,” dediği, bunu mutlak bir söz olarak söylediği anda Tanrılığa soyunmuş olur. Hayır, değiştiremez, dua eder. Çalışmaları da bir duadır. İnsan çalışarak dua eder. Allah dilerse reddeder, dilerse kabul eder. O yüzden bizim ninelerimiz, dedelerimiz derler ki:
“Allah rast getirirse kulun işini, mermere geçirir dişini!
Rast getirmezse işini, muhallebide kırar dişini!”
Son olarak bir yazardan kitap tavsiyesi de almak isteriz.
Bir kitap tavsiye etmem, başka kitapların hakkına girebilir. Ben kitabı, ihtiyaca göre tavsiye etmeye karar verdim. “Sen romancı olmak istiyorsan şu kitabı, şair olmak istiyorsan bu kitabı oku,” diyebilirim. Gördüm ki kitap listeleri bizi tembelleştiriyor. Söylediğim kitap okunmadan bir yenisini söylemiyorum. Çünkü listeyi cebine koyduğu anda rahatlıyor insan.
Ben tek bir kitabı tavsiye ediyorum. O da Kuran-ı Kerim! Bir yazarın kitabını “Bu kitabı okudum; hayatım değişti,” sloganıyla reklam yapmışlardı. Hayatımızı değiştirecek tek kitap var, o da Kuran-ı Kerim. Hayatımızı değiştirmesi de onunla kuracağımız yakınlığa bağlı.
Vak tinizi bize ayırdığınız ve bu güzel söyleşiyi yaptığınız için size çok teşekkür ederim. Yaşam Dergisi, Sayı 43, 2012