EDEBİYAT SUSMA SANATIDIR – Röportaj: NEZİHA ÇAKIROĞLU

On bir yıl aradan sonra ikinci öykü kitabınızı yayınladınız? İkinci kitap için neden on bir yıl beklediniz?

Bir sanat eserinin düşünme ve zihinde taşınma süresi sanıldığından uzundur. Bir çocuğun kaç ayda dünyaya geleceği neredeyse günü gününe belliyken bir edebiyat yapıtının ne kadar zamanda dünyaya geleceği, hatta dünyaya gelip gelemeyeceği bir sır olarak kalır. Sanat yapıtları için değişken bir taşıma süresinden söz edebiliriz. Bir senede yazıldığı söylenen bir kitap bir senede mi oluşmuştur? Ömer Seyfettin, “Günlerce, aylarca, senelerce evvel yazacağınız şeyi düşünecektiniz. O sizin dimağınıza yerleşecek, hayatınıza hatıratınıza karışacak, sonra, evet sonra yazılabilir bir mevzu olacaktı,” derken sanırım bu gerçeğe işaret etmektedir. Sait Faik de, her gün zihninde pek çok öykü ve roman taslakları taşıdığını ancak iş yazmaya gelince birkaç cümlecik dünyaya getirebildiğini vurgulamıştır. Öte yandan öykünün bir tür olarak zorluğundan bahsetmek mümkündür. Refik Halit Karay, hikâyenin zorluğundan dolayı iki hikâye kitabından sonra romana geçtiğini itiraf etmekte, Sabahattin Ali, “Hikâyelerin uzun ömürlüleri parmakla gösterilecek kadar azdır,” diyerek hikâyenin sanılanın aksine her yazarın harcı olmadığına dikkatleri çekmektedir. “Fener Bekçisinin Rüyaları”nın dünyaya gelişi uzun bir taşıma süresinden sonra gerçekleşti nihayet. Uzun ömürlü olur inşallah.

İlk öykü kitabınız Yangın Merdiveni’nden bu yana öyküleriniz nasıl bir değişime uğradı?

Bu sorunun cevabını eleştirmenlerin ve okurlarımın vermesi daha sağlıklı ve zarif olur. Fakat sorunuzu cevapsız bırakamama adına iki kitap arasında birkaç farka değineyim. İlk kitapta hakim olan “gerilim”in ikinci kitapta yerini “psikoloji” ye, ilk kitapta dışarıdan izlenen kahramanların yerini kahraman bakış açısına yani “Ben”e bıraktığını söyleyebilirim. Yangın Merdiveni kaçış hikâyeleriydi, Fener Bekçisi’nin Rüyaları hücum hikâyeleri. İlk kitabın kahramanları “tenha” platformlarda ruhumuzun kapılarını çalarken, yeni kitabımızın kahramanları “kalabalık” alanlarda kaldırıyorlar bayraklarını. Elbette farklılıklardan daha önemli olan benzerliklerdir. Her yazarın bütün kitapları aynı özü taşır. Renkler, sesler ve tatlar değişse de.

Fener Bekçisinin Rüyaları’nda okur nelerle karşılaşacak ve kendisi öyküye nasıl dahil olacak?

Okurun “bulmasını” isteseydim bir harita verebilirdim eline. Ben her zaman olduğu gibi okurun “kaybolmasını” istiyorum. Bulduğu şeyin işaret ettiğim şey olması şart değil. Bir çağrışım cıngılının içinde yaşıyoruz. “Layık olana taş ve kerpiç konuşur,” diyor Mevlana. Kitapları okumasını bilenler tabiatı okumasını bilenlerdir. Avcılar izlere bakarak avlarının türünü, durumunu ve ne kadar uzaklaştığını bilir. Okurum eğer kitabın ilk sayfasını açıp, “Felaketimin sebebi olarak gördüğüm fenere üzerimden sular akıta akıta tırmandığım gün, omzumda kalan bir parça güneşten başka zamanı gösteren bir işaret yoktu,” cümlesini okumuşsa öyküye dâhil olmuştur, istese de istemese de. Aynı güneş parçası onun omzuna da düşmüştür çünkü.

Öykülerinizde okura düşen rol nedir? Sizin renklerinizle okurun renkleri ne oranda birleşebilir?

Edebiyat susma sanatıdır. Okura nefes alacak alanlar bırakmayan yazarlar kendileri çalar kendileri söylerler. Ben beraber söyleyelim istiyorum şarkıyı. Sustuğum yerde okurun iç sesi devreye girsin istiyorum. Elektrikleri yer yer kesip okuru karanlıkta bırakıyorum ki meşalesini yaksın. Yazar ve okurun meşalesi kıvılcımlar sıçratsın birbirine. Öyküyü yarım boyuyorum. Yarımın bütünden daha güçlü olduğunu düşünüyorum çünkü. Hiçbir boyanın okurun boyasından daha canlı olmadığının farkındayım. Neden okuduğumuz kitapların filmlerini seyrettiğimizde hayal kırıklığına uğrarız? İşte bu yüzden. Bizim renklerimiz yönetmenin renklerinden daha canlıdır çünkü. Rüyada yediğimiz elma gerçek hayatta yediğimiz elmadan daha lezzetlidir. Fener bekçisinin, denizin kıyısında denizi özlemesi boşuna değil.

Bir şair olarak kullandığınız dil öykülerinize nasıl yansıdı? 

Şiir gözü hikâyenin de romanın da ihtiyacı olan gözdür. Sıradanı olağanüstü, olağanüstüyü sıradan yapacak olan bu gözdür. Tanpınar’ın , Ahmet Haşim’in , Sabahattin Ali’nin , Sait Faik’in nesirlerindeki büyü bu kaynaktan fışkırmıştır. Şiir aynı zamanda az sözle çok şey söyleme imkânı verir bize. Kısa öykülerin can simididir bu. Yunusumuz “Az söz insan yüküdür,” demiyor mu! Şair olmasaydım bu öykülerin hiçbirini yazamazdım. Şiir yalnızca edebiyatın değil, bütün güzel sanatların mayasıdır. Şiir şerbeti üstüne dökülmeyen her eser biraz yavan değil midir.

Eseriniz için ‘Özlemeyi elimizden alan dünyaya bir hatırlatma’ deniliyor. Biraz açar mısınız?

Yoksunluğun değil varlığın tahrip ettiği bir dünyada yaşıyoruz. Sahip olduğumuzu sandığımız her şey bizi yoksullaştırıyor. Acıkmadan sofraya oturuyor, susamadan su içiyor, arzu etmeden elde ediyoruz. Oyuncaklarını odası almıyor fakat oynamıyor çocuk. Oynamayı bilmiyor. Oynamayı bilmeyen çocuklar büyüdüklerinde korkunç oyuncaklar icat ediyorlar. Masallarının kapılarına kilit vurduk çünkü onların. Bu kilitleri kırmazsak gitgide daha da korkunçlaşacaklar. Hapsedilmiş bir çocuktan daha korkunç bir şey yoktur dünyada. Star Gazetesi, 23 Kasım 2011

Site Altbilgisi