GELENEKTEN SONRASI YALNIZ YÜRÜNECEK – Röportaj: ADNAN ÖZER

Geleneğin bilgisi, kaynağımız olan felsefi tasavvur, özel olarak şiir edebiyatımızın geleneği modernizmin limitlerine ulaştığımız şu dönemde sizin için nasıl bir hareket noktası oluyor?

İnsanın sahip olduğu değerler arasında biri vardır ki kendisi de çoğu zaman farkında değildir bu mülkünün: Dünyayı ve hayatı tazeleyecek kudretli bir bakış. Yunus’un ifadesiyle “Her dem yeni doğmak”tır bu. Yeryüzünde ve gökyüzünde olan biteni yeniden yorumlayacak bir güce malik olduğunu fark etmektir heyecanla. Ancak buradaki “yeni”yi “modern”  olarak düşünmek bize yanlış kapılar açar. Zira Batı düşüncesinin ve tarih felsefesinin temel kavramlarından biri olan “modern”, bir çağdaş mit olan “ilerleme”yi “iyi”, “güzel” ve “doğru”nun işaret ettiği kutsal alandan kopararak yeni bir din haline getirmiştir.

Alain De Benoist’in “Batı medeniyetinin dini” olarak tanımladığı “ilerleme”, Yunus’ta kâinatın varoluşundan beri süregelen hakikati, alışkanlığın tahribatından kurtaran bir dil ve yorum tazeliğidir ki onu “ilerleme” olarak değil, “aynı kök üzerinde yeni meyveler sunma kudreti” olarak tanımlamak yerinde olur. Erik ağacında üzüm ve ceviz yemek bence böyle bir şeydir. Aynı hakikat farklı biçim ve tatlarla tazelenecektir ki klişeleşerek ağırlaşan sözler özü muhafaza edilerek yeniden ballansın. Yunus’un “Her dem yeni doğarız” dedikten sonra sözünü “Bizden kim usanası” diyerek bitirmesiyle önümüzde beliren alev özgünlüğün eskimez nurudur. Bu fenerin arkasından gidebilirsek, attığımız her adım zengin geleneğimizden ne kadar uzağa düştüğümüzü gösterecektir bize. Hakikatin kuşatılması imkânsız olan âlemleri kendisiyle alaka kuracak sanatçıları bekliyor.

Bununla beraber gelenekle kurulacak ilişkinin vasıfsız bir hamallık olmadığını söylemeliyiz. Geleneğe bugünün insanı gözüyle bakmalı ve bugünün araçlarıyla yorumlamalıyız onu. Çünkü her sanatçı, özellikle de şair bir kâinat yorumcusudur.

Gizli Buzlanma, felsefi tasavvur, estetika ve tarih buluşması için örnek teşkil edebilecek birkaç şiirle başlıyor. Tarz, ölçüt ve kalıp olarak da değerlendirirsek…

Düşünsel ve estetik kaynaklarını kaybeden ya da sisler arkasına iten Türk edebiyatının talihsiz evlatlarından biri olarak bana intikal etmeyen mirası hatırlayarak açmak istedim Gizli Buzlanma’nın kapısını. “Münâcatın Kıyısında” ve “Natın Kıyısında” bir süre durup sözün mutlak sahibini ve O’nun kabir toprağında bile estetik arayan elçisini hatırlamadan “Şiirin Kıyısı”na gitmek istemedim bu defa. Yunus’un, Şeyh Galib’in ve Fuzuli’nin ayak izlerini takip eden her şairin eninde sonunda uğraması gereken duraklardı bunlar. Bunu yalnızca bir geleneğin ihyası olarak değil, kutsalla şiir arasındaki bağın ifşası olarak da anlamak gerekir.  Bu üç şiirin arkasından Muamma geliyor. Doğrusu her sahih şiir bir muammadan başka bir şey değil.

Gizli Buzlanma’daki şiirler daha önceki şiirlerim gibi çağrışım ve ritimle şekillendiler. Ata gem takan zorba kafiyeden yana olmadım hiç. Vahşi ata binme yetisidir belki de şiir. Suyu kanallara hapsetmedim.  Coşkun bir nehri dar bir yatakta yol aldırmaya kimsenin gücü yetmez. Ancak özgür bırakılan mısralar gibi görünseler de bu bağlamda Nazım’ın, “Serbest yazıldığını iddia ettiğimiz şiirler de vezinli ve ölçülüdür,” sözünü asla unutmadım. Mısralar arasında kurulan küçük ses ilişkilerini ve çağrışım geçitlerini her zaman kıymetli buldum.  Gizli Buzlanma’daki şiirlerin tamamına baktığınızda gitgide hızlanan bir akış görebilirsiniz. Hızı yakalayamayan kelimelerin yardımına sesler yetişiyor bazen.

Kelimelerle açıklanamayacak, teori ve manifestolarla izah edilemeyecek bir büyü benim için şiir. Esriklikle var edilip aklın rötuşlarıyla biçimlendirilen. 

Gelenekle bilgibilimine uygun bir hesaplaşmadan sonra Gizli Buzlanma’daki şiirler kent dilinin çağrışım zenginliğine atılıyorlar. Bu pek beklenen bir şey değil, en azından tarz olarak. Bunu ne’ye bağlıyorsunuz? Bu geçişi nasıl yaptınız, nasıl bir deneyim..?

Bu geçiş için On Parmak Daktilo şiirine bakmak gerekiyor. İlk dört şiirle geleneğin yeni yorumlayışı yapıldıktan sonra şair daktilonun veya klavyenin başına geçiyor ve yakaladığı hızın etkisiyle kelimelerini boşaltıyor. Fakat biliyor ki artık tek başına. Gelenek bir yere kadar onu taşıdı. Kalan yolu, yalnız aşmalıdır. İlk mısranın on kuru dal çırpınacak rüzgar kesilse de boşlukta sözcüklerinden meydana gelmesi bu yalnız yürüyüşün habercisidir. Şair durduğu yeri önce tespit etmelidir. Yüzü hangi yöne bakmaktadır, ayakları hangi yöne. Kendini ve durduğu yeri gördükten sonra kelimelerini çağırmalıdır sözcülük için. Sözcükler başlangıç değil, bir şeyin neticesi olmalıdır.

Sahihlik ve çağrışımın algılamadaki sorunları günümüz şairinin “sırat köprüsü” gibi. Gizli Buzlanma bu köprüden ritimle geçiyor. Ritim için genç şairlere neler söyleceksiniz?  

Ben bir orman yangınına benzetirim şiirimi. Çağrışımlar kozalaklar gibi sıçrayarak birbirini tutuşturur. Algılamada sorun olarak görülen şeyler aslında sahihliğin kıvılcımlarından başka bir şey değildir. Aslolan her sıçrayışla yangının biraz daha büyümesidir. Okurun algılarına uymak için çaba sarf etmez şiir. Algılarını alt üst eder onun. Bunu can havliyle yapar, hesap ederek değil. Yalnız günümüzde değil her dönemde şiirin sırat köprüsü samimiyetti belki de. Şeyh Galip Hüsnü Aşk’ta “Şair demek ehl-i dil demektir” ve “Şairliğe sûz ü derd lâzım” diyerek gönül ehli ve dert sahibi olmadıkça o köprüden geçemeyeceğimizi ihtar etmekte. Gizli Buzlanma eğer köprüden geçebilmişse kalp atışlarına borçludur bunu. Kitapta Trampet Ritimleri adlı bir şiir var. “Sen ritmi bul şiir gelir kör şaire inandım” dizesindeki şairi de unutmayalım. “Sen ritmi bul, şiir çıkagelir,” diyen Borges’ten başkası değil. Genç şairlere ritme dikkat, diyorum ben de. Ancak ritm sözcük tekrarından ibaret değildir. Neyi tekrarladığın kadar nerede tekrarladığın ve kaç kez tekrarladığın da dengede pay sahibi.

Akşam Gazetesi, 24 Mart 2014

Site Altbilgisi