1962 yılının Nisan ayında, Kocamustafapaşa’da “Unutman Apartmanı”ndayız. Kâğıda Sarılı Rüzgâr’ın şairi, rüzgârla sallanan eski bir apartmanda çevresindeki her nesneyi oyununa katıyor. Balkon kapısının camı rüzgârda çarparak tuz buz olmuş. O artık bir muhteşem bir at. Camın terk ettiği boşluğa yerleşen çocuk, ablasının bebeğini de alıyor yanına. Unutman Apartmanı’nda atı kamçılarken unutuyor dünyayı. Bebeğin porselen olduğunu da. Belki de bilmiyordu porselen bebeğin yere düştüğünde kırılacağını. Annesi attan indiriyor çocuğu. Fakat üstünden kaç yıl geçerse geçsin şiir atından inmiyor A. Ali Ural. Rüzgârı arkasına alıp dörtnala kamçılıyor onu. Rüzgâr, küllerle savururken yazgıyı o uzanıp şiiri seçiyor.
Balkonda oynarken üst kattaki komşunun çocuğu plastik bir kova sarkıtıyor aşağı. Her şey çıkabilir içinden. Bir kova mücevher düşüyor şairin payına. Bir kova mavi mozaik taş. Uzanıyor şiire. Kova yükseliyor yakalayamadan. Bir daha uzanıyor çocuk. Kova alçaldığı gibi tekrar yükseliyor. Dokunamasa da anlıyor şiirle karşılaştığını. Dokunamasa da güzel. Dokunamasa da biliyor evin en kıymetli eşyasının eski bir daktilo olduğunu. Babasına yaklaşıp soruyor. “Daktilo mu baba?” Yıllar sonra “Bombiks Mori” şiirini yazarken bu hatıraları aklına geldi mi bilmiyoruz ama “Unutman Apartmanı”nı sallayan rüzgârın sakladığı tohumların izlerine rastladıkça seviniyoruz şiirinde. “dokunmadan anlamak halis ipeği / dokununca herkes anlardı.”
A. Ali Ural’ı anlatabilmek için fırçamızı palete değil denizlere, toprağa ve rüzgâra daldırmamız gerek. Onu anlatmak için, küçükken bir tabureye çıkıp kollarını sağa sola savurarak “Kuşlar, yıldızlar…” diye verdiği söylevlere de kulak verebiliriz, “dağı okumanın yolu yoktur tırmanacaksın” mısrasıyla bize yol gösteren şairin peşine de düşebiliriz. Projektörü yaşamının hangi evresine tutarsak tutalım değişmeyen bir gerçek var. İlk şiirini dokuz yaşında yazmış olsa da üç yaşında bile şair duyarlılığına sahip olduğu. Şiirle mühürlenmiş bir hayatın hangi sayfasını açsak orada Rabb’e, insana ve varlığa duyulan içten sevgiyle karşılaşıyoruz. “silecekleri yok şairin yazacakları var/ bir tarlanın ortasında tek başına/ yaşayan ağaçlar gibi/ sallandıkça kök salan”
Onu tanımak için daldığımız denizin dibinde bir volkanla karşılaşabiliriz. Yeraltından gelen lavların ilerlediği bu yarıklara dikkat. Şair mısralarını oradan devşiriyor. Avucunda taşıyor ateşi. Buzu avucunda. Bu sahne bizi yeniden şairin çocukluğuna götürüyor. Yıl 1964. Ankara. Buzdolabının sayılı evde bulunduğu, yemeklerin tel dolaba konduğu yıllar. Apartmanın en üst katında oturan çocuk elinde buz parçasıyla katılıyor oyuna. Yalnız onların evinde buzdolabı var. Kalıptan yeni çıkmış buzu şairin çocuk avuçlarına bırakıyor. Eriyor usul usul. Geriye bir su damlası kalıyor. “Ateşle buzun aynı tetiği çektiğini” daha üç yaşında öğreniyor şair. Avucunda eriyen buz parçasının şiir olduğunu o zaman keşfediyor.
Film seyreder gibi izliyor dünyayı ve kayıt altına alıyor resimleri. Çerçevenin içindekilerle ilgilendiği kadar dışındakileri de gözden kaçırmıyor. Çocuk dikkatiyle takip ediyor görüntüleri. Evlerinin karşısında tel örgülerle çevrilmiş boş bir arsa var. Kuru otların arasında sarıçiçekler. Yıllar sonra talebelerine Yunus’un sarıçiçekle konuşmasını anlatacağını bilmeden koşuyor tel örgülere. Sarıçiçeklere anlatacak bir hikâyesi var. Şair bakışı gözlerine çocuklukta yerleşmiş. Bu yüzden Ankara’da bodrum katındaki ev, loca değerinde onun için. Yağmur yağdığında yere çarpan damlalar baloncuklar çıkarıyor. Su kabarcıklarını apartmanın üst katından görmek imkânsız. Sadece bodrum katında oturanlar seyredebilir bu görsel şöleni. Şiir nadir bulunan bir şey. Bir çocuğun coşkuyla izlediği baloncuklar şiirini mayalıyor şairin. Tebeşiri yokmuş ne yazar. İnşaat artıklarından topladığı kiremit parçalarıyla kırmızıçizgiler çiziyor asfalta. Bu çizgiler hem şiirin kendisi hem de hayatı boyunca şiiriyle arasına girecek her şeye bir sınır çekiyor şair. “İnsan geldi ve elindeki tebeşirle sınırlar çizmeye başladı.”
İlkokul öğretmeninin karnesine “Bilgisi ve umumi bilgisi ile sınıfa bir kaynak değerindedir, fakat yazısını düzeltmesi şarttır,” yazdığı şairin sonraki durakları Namık Kemal Ortaokulu ve Ankara Atatürk Lisesi oluyor. Kültür Edebiyat Kulübü’nün başkanlığını yürüttüğü lise yıllarında edebiyat öğretmeni rahmetli Suzan Uğur, şaire öğretmenler odasında bir dolap veriyor. O dolaba kitaplarını ve şahsi eşyalarını koyarken ileride kendisinin de talebelerini kendilerini değerli hissedecekleri nice anahtar vereceğinden haberi yok henüz. Çocuk elleri büyümüş, ülkenin boğazına yapışan kara ellerin karşısına dikilmiştir. Haksızlığa diliyle karşı çıkmak için edebiyat zırhını kuşanmıştır. Ankara Atatürk Lisesi’nin bahçesinde “Eller silah değil kalem tutmalı!” sloganı attırırken yaşıtlarına, aynı ülkenin çocuklarını edebiyat zemininde buluşmaya davet ediyor. Ona göre; şiirde, hikâyede, romanda kurulacak bir yakınlık bizi millet yapacak yakınlık olabilir. Uçurumların bu merhemle iyileşeceğine inanmaktadır. Yıllar sonra Karabatak dergisinin 61. sayısında, Ankara Atatürk Lisesi’nde atılan sloganın yankısıyla karşılaşıyoruz. “Hürriyetten söz etmeden edebiyattan bahis açamayız. Bedenin ve zihnin hürriyeti gerçekleşmeden düşünce ve hayal soluk alamaz çünkü,” sözleriyle şair yine cephededir. Söz meydanı harp meydanıdır onun için. “Çanakkale Cephesindeyiz” sloganıyla yayımladığı şiirlerin, denemelerin ve öykülerin bombardımanına uğruyor akbabalar.
Dekor değişiyor. Burası Arabistan. Şairin kayığı çöle saplanmış. Şairin kayığı, onun tahtı demek. Her daim korunmayı diliyor Rabb’inden. Akrepli kumlara aldırmadan bir salıncak kuruyor çöle: “ayaklarını göğe değdirdikçe yeşerecek yer.” Fakat vatandan uzakta nasıl yeşersin? Türk bayrağının dalgalandığını görmezse nasıl estiğine inansın rüzgârın. Ne işi var çölde! Ancak bir şiir sığınağına dönüşürse alışabilir ona şair. Valizinde Türk edebiyatının şaheserleri, dilinde Türkçe’nin lezzetiyle tek başına bir dağ olduğundan habersiz. Refik Halit’le kardeş hissetmektedir kendini. Eskici hikâyesinin eskicisi Refik Halit’se, Hasan’ı A. Ali Ural’dır. Ana dilinin konuşulmadığı diyarlarda, çiviler ağzına batmasın diye Türkçe okuyup yazmaya devam etmektedir. “A’ysa korkma kendi başına bir dağdır A.” Türkçe biricik aşkıdır şairin. Vatanından getirdiği roman, hikâye ve şiir kitapları çölde bir vaha olmuştur onun için. Görüş mesafesini sınırlandıran kum sisleri yalnız vatanın hayaliyle dağılmaktadır. Çöldeki tozlu masasına Cahit Zarifoğlu’nun mektubu düşüyor bir gün: “Sen de bir imza sahibi olacaksın.” Lapa lapa kar yağıyor çöle. Şair, “Öfkeli Çocuklar” şiirinin Mavera’da yayımlandığını bu mektupla öğreniyor. “Bir gece kumlara sırtüstü uzandığımda şunu görmüştüm. Yıldızların dünyaya en yakın oldukları yer çöldür. Başıma binlercesi dökülecek sandım. Dökülecek ve bir yıldız dağının altında uyuyacağım kıyamet kopana kadar.” Bir gün gökyüzüne, Türkçeyi başının üstünde taşıyacak özge yıldızlar armağan edeceğini bilmiyor henüz.
Cağaloğlu Dostlukyurdu sokakta bir merdiven dayar göğe şair. 90’lı yıllar onun hayatı için önemlidir. İdealleri, değerleri, anne babasının duası ve düşleri görkemli bir yapıya zemin oluşturacaktır. Şule Yayınları’nı bu zeminde kurar. Ve bir edebiyat okuluna dönüşür Şule. Şairin ilk dergisinin adının “Merdiven Sanat” olması tesadüf değildir. Genç yazarların yükselişine vesile olmasını dilemiştir Ural. Ülkenin evlatlarını edebiyat zemininde buluşturmayı. Dostlukyurdu sokakta gençlerin çalışmalarını okuyup değerlendirir. Atölyelerin tohumu burada atılmıştır. Bugün baktığımızda yüzü aşkın öğrencinin kitabının basıldığını görüyoruz bu ocakta. Edebiyatın her alanında bir seferberlik başlatmıştır Ali Ural. Onun ocağında pişen şiir, hikâye, roman ve deneme kitapları edebiyat dünyasında hayret ve övgüyle karşılanmıştır. Hatır için kimsenin yazısına “Beğendim,” demeyen titiz bir öğretmen o. Atölyelerinde yetişen öğrencilerin eserleri ne birbirine benziyor ne de ustanın kalemine. Her talebesi için özel bir reçete hazırlıyor çünkü. İnsan değerlidir onun için. Kaybetmemek için fedakârlıktan kaçmaz. Ne olursa olsun insanı kazanmaktır esas olan. Ona danışan herkesi iyi ve güzele teşvik eder. Bir kıyıdır Ali Ural. Sığınan insanın heybesinden dünyalık elemleri çıkarıp manevi güzellikleri doldurarak ayrıldığı şifalı bir kıyı.
Bakışları, hikâyesini ele verir insanın. Öğrencisini gözünden tanıyor A. Ali Ural. Tanımak yetmez, kişiye has bir yol inşa etmek gerekir. İnsanın biricikliğine yakışan özgün bir yol. Onun eğitiminde esas olan budur. Sabır ve emekle her talebeye has bir yol çizer ve bu yolda ona eşlik eder. O talebeleri için hem disiplinden taviz vermeyen bir usta hem de şefkati temsil eden bir baba. A. Ali Ural, ne dünyaya alışıyor ne de öğretmenliğe. Bu yüzden her an yenileniyor coşkusu ve öğretme arzusu. Sadece öğrenci öğretmen ilişkisi yetmez insana ulaşmaya. Usta çırak ilişkisi gereklidir ruhun bütün katmanlarına nüfuz edebilmek için. Teslimiyet ve inançla aşılabilir böylesi bir yol. Ay Tiradı’nı okurken, bir medrese olarak işaret ettiği matbahta rastlıyoruz ona: “İnsan yetiştirmek ne zor zanaat. Ne zor yumuşuyor kalbi, canlandıralım ateşi. Bu eller vermeye razı değil, nasıl edelim! Hu rüzgârıyla savrulsun küller, saçaklardan saldıran buzlar erisin. Ah, ne zor yumuşuyor kalbi, nasıl edelim.”
Yirmi beş yıldır gençlerin yolunu açmaya çalışıyor A. Ali Ural. Talebeleri evlatları onun. Sadece edebiyatçı değil insan yetiştirmek ilkesi. Kadife göğe yıldızlar dokuyan hikmet ehli bir terzi. Azığı, kıymetli babasının sözleri: “Azmin her kırıldığında güttüğün gayeyi düşün.” Bu sorumluluğu ağır bir vazife gibi taşımıyor omuzlarında. Öyle olsa çoktan yorgun düşerdi insan. Onun için talebe yetiştirmek, dünyada olup bitenler karşısında sözü olan, onurlu bir duruşa sahip insanlar yetiştirmek anlamını taşıyor. Atölyeler büyük bir ocak, başında yüzlerce kalemin ısındığı. Millî ve manevi değerleri canlandıracak odunlarla besliyor ateşi bilge öğretmen. Talebelerini bir kültür seferberliğine omuz vermek üzere eğitiyor. Türk edebiyatını ihya edecek eserler yazmaları için teşvik ediyor. Bu ocağın başında her daim dalgalanan bayrağı gönderde tutmalarını bekliyor onlardan. Türk edebiyatının geleceğini teminat altına alan yerli duruşunu büyük bir ciddiyetle koruyor.
Modern zamanlarda insan kalbine ulaşabilecek enstrümanlardan biri de dergi. “Karabatak”ı insanın med cezirlerinin bir temsilcisi olarak görüyor belki de Ural. Batmak da çıkmak da yaşamın ta kendisi çünkü. Yükselmek için dalmaktan başka çare yok. Bu yüzden nefesine güvenenlerle, sanatın basıncına göğüs gerenlerle yol alıyor Karabatak. Bu toprakların manevi değerlerini ihya etmek için çırpınıyor. Unutulmuş çeşmeler gibi Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Süleyman Çelebi, Nasreddin Hoca ve Mehmet Âkif yeniden çağlıyor Karabatak’ta. Daha önce Merdiven Sanat, Kitaphaber ve Merdiven Şiir dergilerinde kazandığı tecrübeyle dördüncü dergisinin uzun ömürlü olması için üzerine titriyor. Karabatak bu özenin mahsulü olarak on yılı aşkın bir süredir edebiyat dünyasını heyecanlandırıyor.
A. Ali Ural yazdıkça ateşle buz aynı tetiği çekmeye devam ediyor. Âşık Seyhatî’nin şairin büyük dedesi Âşık Zülâlî’ye ettiği duayı hatırlıyoruz çıkan her yeni kitabında. Denizin dibindeki yanardağ uyanıyor ve lavlar yayılıyor yeryüzüne. “Sevdiğine kavuşamayasın; kavuşamayasın ki dünyaya ateşli sözler bırakasın!” A. Ali Ural, ilkelerinden ödün vermeksizin Türk edebiyatına on dokuz özgün eser kazandırdı. Bu toprakların şairi o. Ne yazdıysa şiir atının sırtında yazdı. Yazdıklarıyla alışkanlıkları kırarak düşünceyi harekete geçiriyor ve insana varlığını ve kimliğini hatırlatıyor. Valizine baktığımızda her zaman şiirleri en üstte görüyoruz. Yazdığı her kitap şiir örtüsüyle kuşatılmış. Her kitabın insan ruhunu onaracak bir işlevi olduğunu görüyoruz. Körün Parmak Uçları, Kuduz Aşısı, Gizli Buzlanma, Mara ve Öteki Şiirler ve Kâğıda Sarılı Rüzgâr hem dil hem de içerik bakımından Türk şiirine yenilik katarken okuru da bulunduğundan yüksek bir zemine davet ediyor. Göğe yalnız şiir atıyla yükselebilir insan.
Posta Kutusundaki Mızıka, insanın sahici bir teselliye muhtaç olduğu anlarda omzunda bulduğu dost eli. Güneşimin Önünden Çekil, Satranç Oynayan Derviş ve Peygamberin Aynaları hem yazarın bu dünyaya bilgelik katmış şahsiyetlere tevazu, takdir ve sevgiyle yaklaşmasının bir ifadesi hem de okura yalnız olmadığının, insanlık âleminde ona rehberlik edecek sayısız bilge ruhun varlığının hatırlatılması. Onun ifadesiyle bu portreler, egonun çektiği yıldırımlara karşı bir paratoner. Tek Kelimelik Sözlük ve Ejderha ve Kelebek, bir kelimenin merkezinde okuru hayatla ilgili düşünmeye çağırıyor. Fener Bekçisinin Rüyaları ve Yangın Merdiveni, okurun kalbine kıvılcımlar sıçratan hikâyeler. Makyaj Yapan Ölüler ve Resimde Görünmeyen hikâye kapılarının iç içe geçtiği bir edebi ziyafet. Bostancı Bahane, mekânının hayatımız üstündeki tesirinin özel bir örneği. Ay Tiradı “mırıldanmaların dahi yankı yapacağı ruhlar”ın kendi kendisine seslenişi. Bisiklet Dersleri, kalbin dümenini hatırlatıyor insana ve dalgalara rağmen pusulaya sadık kalarak ilerlemeyi işaret ediyor. Raf Ömrü, kitaplardan başka bir yerde nefes alamayan insanlar için gökle yer arasında bir buluşma noktası. Bu eserlerin yanında bir de kıymetli bir tercüme var. İmam Şâfiî Divanı. Çölün, A. Ali Ural’ın masasına koyduğu, şairin de titizlikle işlediği altın.
Şair A. Ali Ural bir avucunda buz, ötekinde ateş; dünyaya özge sözler bırakmaya devam ediyor. Şahsiyeti ve eserleri bir bütün. İnsanın türlü hâllerine nüfuz eden bakışıyla güneşi başında taşıyan bir madenci o. Pusulası ise insana, topraklarına ve Rabb’ine duyduğu sevgi.
Hümeyra Yabar