YAZI KAYITTIR – Röportaj: HAVVA EMRE

Bazı yazar ve şairlere sorulan “Niçin yazarsınız?” sorusuna verdikleri cevap: “Varoluşlarını meşrulaştırmak” olmuştur. Ali Ural niçin yazar diye sorsak ne cevap verirsiniz?

Yazmak bir sonuçtur. Yaşanan hayata ve ruhta olup bitenlere kayıtsız kalamayışın bir sonucu. Basınç olmadan toprağın altındaki su yeryüzüne çıkmaz. Bu basıncı oluşturacak olan şey de hayatın kendisidir. Yazar algı donanımı hassaslaşmış bir insandır. Dolayısıyla evrende var olan her şey onun alıcıları tarafından emilir. Fakat pasif bir makine değildir insan. Sadece emmekle yetinmez, an gelir coşkuyla tepki verir dünyaya. Yazmak yeryüzünde ve gökyüzünde olan bitenlere kayıtsız kalmamak anlamına gelir. Yazı kayıttır. En önemli kayıt da insanın kendi yazısı. Bu kayıtla kayıtsız kalmadığını gösteriyor evrene yazar. İkincisi, paylaşacak bir şeyleri olduğunu düşünüyor. Bir keşif de olabilir bu bir acı da. Paylaşamadığı zaman ağırlık yapacak, bunaltacak, boğacaktır onu. Demek ki yazmak zorunda.

Yazma konusunda sizi etkileyen ve bu mecraya yönlendiren birileri oldu mu yaşamınızda?

Elbette. Yazma konusunda ilk rehberim babamdır. Çocuk yaşlardan itibaren kitap okuyan bir bilge adam vardı evimizde. O adam babamdı ve kitap okumanın iyi bir şey olduğunu o resim öğretti bana. İlk yazdığım metinler üzerinde babamın düzeltmeleri olmuştur. Ben bir çocuk olarak “Baba bana yardım eder misin?” dediğimde o “Sen yaz. Sabahleyin okuyacağım ve kırmızı kalemle düzelteceğim.” demiştir. Benim ustam babamdır. Sonra ailede ablam da yazıyordu. Ablam da yazma konusunda yüreklendirmiştir beni. Yurt dışında üniversite öğrenimimi sürdürürken şiirlerimi daktiloyla yazmış. O zamanlar tabii bilgisayar, çıktı falan yok. Şiirlerimi daktiloyla arkalı önlü yazmış ve ciltletmiş. “Ali Ural Bütün Şiirleri” yazmış cildin üzerine. Bana onu göndermiş postayla yaşadığım ülkeye, içinde bir not: “Bırakma peşini şiirin!” Bu benim için önemli bir teşvikti. Cahit Zarifoğlu’nu da unutmayayım. Yazı hayatımda önemli bir yeri vardır. Üniversite öğrencisiyken bir dost, benden habersiz Cahit Zarifoğlu’na şiirlerimi göndermiş, o da bana içinde ‘sen de bir imza sahibi olacaksın’ cümlesinin yer aldığı bir mektup göndermişti. O mektup bana şifa olmuştu gurbet günlerimde. Zarifoğlu “Öfkeli Çocuklar” adlı şiirimi Mavera Dergisi’nde yayınlamıştı. Ben o şiiri şiir kitaplarıma koymadım. Bunun sebebi şiirdeki arayışımın henüz istediğim meyveleri vermediğine olan inancımdı. O yüzden gönlüme sinene kadar şiir kitabı çıkarmadım. Yayınlanmadığım dört şiir kitabım vardır. Kimseye göstermedim bu şiirleri. Yayınlayamayacağım için değil. Yayınlanabilir nitelikteydi çoğu. Şiirin çok nadir bir şey olduğuna inandım ben. Bu yüzden de “Körün Parmak Uçları”nı yazana kadar bekledim.

Hangi türden başladınız yazmaya ve ilk şiirinizi/öykünüzü ne zaman yazdınız?

Ben ilkokul üçüncü sınıftayken şiir yazarak başladım. Şiirle devam ettim. Sonra lise yıllarında denemeler, makaleler yazmaya başladım. Sonraları hikâye de denedim. Yani şiir, hikâye, deneme arası gittim geldim.

Bir şair, yazar ve yayıncı olarak edebiyatımızın gidişatı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ben Türk edebiyatının dünyada kendine has bir yeri olduğunu düşünüyorum. Hele hele şairlerimizi çok önemsiyorum. Dünyada şiir yazılıyorsa şu anda Türkiye’de yazılıyordur, diye düşünüyorum. Eskiden sadece şair bir millettik. Şimdi hem öykücüyüz hem romancıyız hem deneme yazarı. Türk edebiyatının Dünya edebiyatı içerisinde bundan böyle öncü bir rolü olacaktır.

Yaşadığımız dönemde bir şair ve yazar furyası var ortalıkta. Sosyal paylaşım siteleri sayesinde birçok kişi, edebiyat açısından kayda değer ürünler olmamakla birlikte bunları çok rahat paylaşıyorlar. Üstelik çok da rağbet görüyor bunlar. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu durumun edebiyatımız açısından olumlu/olumsuz getirileri var mıdır?

Sosyal paylaşım sitelerinin veya internetin genel anlamda edebiyata kayda değer bir katkı sağladığını düşünmüyorum. Edebiyattaki gelişim ustaların seçimiyle, yönlendirmesiyle ve elemesiyle olabilecek bir şeydir. Aradan ustayı çıkartıp kendini usta kabul edersen en baştan itibaren kaybetmişsin demektir, varacağın bir yer yoktur. Üç beş kişi seni beğenir. Arkadaşların teşvik eder. Gerçek anlamda edebiyatı bilmeyen insanlar tarafından belki alkışlanırsın. Ama geleceğe tek bir satır, tek bir mısran kalmaz. Onun için her sanatta usta çırak ilişkisi belirlemiştir o sanatın geleceğini. Mimar da olsan senden önceki mimarların ellerinde yoğrulacaksın. Müzisyen de olsan senden önceki müzisyenlerin rehberliğinde bir mesafe kat edeceksin. Yazar olsan da bu böyle. Bu bakımdan oldum diyen öldüm demiştir. Bu işin sonu yoktur. Ernest Hemingway “Hiç kimse bu işin ustası olmamıştır,” derken, kendimizi aşmaya çağırmıştır bizi belki de. Kolay beğenmek insanı bitirir. Klişe sözler, melodram, bunlar çürütür yazarı.

Yapılan bir araştırmaya göre Türkiye’de basılan yıllık kitap sayısı 6.031 gibi büyük bir rakam. Bunların hepsini takip etmeye olanak yok. Nitelikli bir okur olmak için nasıl bir yol izlememiz gerekir?

Rakam çok daha fazla. Fakat kitap okumayı sayılarla ilişkilendirmek doğru değil. Harikaların sayısı o kadar fazla değil çünkü. Zaman ve para meselesi değil bu. Problem şudur: Her şeyi sayıyla ölçen bir zamanda yaşıyoruz. Ne kadar çok kitap okunduğu önemli oldu insanlar için. Hâlbuki önemli olan bu değil. Okuduğu kitabın ne olduğu ve okurun o kitabı nasıl okuduğudur irdelenecek olan. Bu dikkate alınmadığı için insanlar kütüphanelerindeki kitapların sayısıyla övünüyorlar. Hâlbuki bu kitapların birçoğu okunmamıştır. Okunanlar dahi derinlemesine okunmamıştır. Okundu sanılmıştır belki. Bu yüzden nitelikli bir okuma gerçekleşmeden, aynı eserler birkaç kez okunmadan insan okumasından bir fayda elde etmez. Hatta okumanın zararlarından bile söz edebiliriz. Okumak bazen zarar verir. Bu bakımdan zamanın test ettiği ölmez eserlere güvenmek gerekiyor. Schopenhauer bu tür eserler için “Onları okuduğunuzda bir dağ havası solumuş olursunuz,” diyor ve yeni eserler konusunda bizi uyandırıyor.

İstanbul’un birçok semtinde yazarlık atölyeleriniz var. Geçtiğimiz ay Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’nde de “Yaratıcı Yazarlık” dersleri vermeye başladınız. Bu alanda insanlara yol gösteren biri olarak sizce yazarlığın saklı bahçesinin kapısını aralayabilmek için neler gereklidir?

Chesterton’a sormuşlar yazar olmak için neler gereklidir, diye. “Yazar olmak için bir şey gereklidir: Her şey,” demiş. “Her şey” sizin bütün ömrünüzü kapsıyor. Yani bir aksesuar bir süs değil, yazmak. Yazar gibi yaşayacaksın. Bu her şeyden önce sabır gerektiriyor. Uykusuz geceler istiyor. Okumak, irdelemek, düşünmek gerekiyor. Yüksek bir dile sahip olmak için, bir üst dile sahip olmak için acı çekmeyi, çırpınmayı zorunlu kılıyor. Biliyorsunuz konuşma dili, yazı dili ve edebiyat dili olmak üzere dilin üç katı var. O katlarda yükselmeden bir yere varmak mümkün değil. Kolay tatmin olmamak, yazdıklarını beğenmemek, yazdıklarına değil de gelecekte yazacaklarına bağlanmak ve umutla o yöne doğru yürümek belki de yazarlığın saklı bahçesinin kapısını aralayacaktır. Rehberi olan hedefe daha çabuk gider.

Çıkardığınız edebiyat-kültür-sanat dergileri çerçevesinde de adınızdan söz ettirmiş birisiniz. Daha önce Merdiven Sanat, Merdiven Şiir gibi dergiler çıkardınız. Merdiven Sanat’ı çıkardınız dönemde Attila İlhan’la ilgili bir anınız varmış. Bizimle de paylaşır mısınız?

Merdiven Sanat’ı çıkarmıştık. O zaman daha hiç kimse tanımıyor bizi. Derginin ilk sayısı çıktı. Sonra ikinci sayıyı çıkardık. Aylık bir dergiydi. Bir gün kapımız çalındı. Tanımadığımız bir genç kız geldi ve kendisini Attila İlhan’ın gönderdiğini söyledi. Attila İlhan dergiyi çok beğenmiş. Asistanı olan Belgin Hanım’ı dergiye katkıda bulunması için teşvik etmiş. Nasıl katkıda bulunabileceğini sorduğumuzda sinema röportajları yapabilirim demişti. Belgin Hanım sinema ve tiyatro röportajlarımızdan bazılarını yapmıştır o dönem. Böyle bir anımız var Attila İlhan’la ilgili.

Geçtiğimiz Şubat ayında “Karabatak” isimli bir edebiyat-kültür-sanat dergisini okurla buluşturdunuz. Dergiye neden “Karabatak” ismini verdiniz?

Yunus Emre’nin bir dörtlüğü var: “Çevik bahri olmak gerek/ Bir deryaya dalmak gerek/ Bir gevher çıkarmak gerek/ Sarraf anı bilmez ola.” Şimdi denizden bir cevher çıkartmaktan söz ediyor. Bunun için dalmak gerekiyor. Dalmadan o cevheri çıkartamazsın. İnci denizin dibindedir çünkü. Dalacaksın, nefesin kesilecek. Nitekim Mevlana dalgıca şöyle der: “Nefesini tut. Nefesini tut.” Çünkü nefesini tutmazsan boğulursun. O acıya, basınca dayanaksın ve inciyi günyüzüne çıkaracaksın. Ama bu öyle bir inci ki, inci de demiyor cevher diyor. Bu öyle bir mücevher ki sarraf anı bilmez ola. Kuyumcu bile o mücevheri bilmiyor, tanımıyor. Kuyumcunun tanımadığı mücevher nasıl bir mücevherdir? Yeni bir mücevherdir. İşte edebiyatın buna ihtiyacı var. Edebiyat ancak yeni bir mücevher ortaya koyarsa kıymetli bir şey olur. Eskileri tekrarlamak değil. Karabatak eskileri tekrarlamak istemiyor. Yeni mücevherler koymak istiyor ortaya. O yüzden Karabatak.

Son olarak derginin oluşum süreci hakkında da bilgi alabilir miyiz sizden?

Karabatak üç yıldır hayallerimizde dalıp çıkıyordu. Doğrusu dergicilik maddi açıdan zordur. Şartlarını oluşturmak kolay değildir. Fakat bir an gelir dergiyi yayınlamak isteyen kişi gözünü karartır ve çıkartır. İşte ben de bir kere daha gözümü kararttım. Çıkması gerekiyordu Karabatak’ın. Karabatak’ın bir özelliği de şu: Bir yandan edebiyat âlemine kendini kabul ettirmiş sanatçıların eserlerine yer verirken diğer taraftan birçoğu atölyelerimizde yetişen genç yazarlara da kapılarını açıyor. İlk sayıdaki yazar ve şairlerin çoğunluğunu gençler oluşturuyor.

Değerli vaktinizi bize ayırdığınız için teşekkür ederiz…

Siz de değerli vaktinizi bana ayırdınız. Teşekkür ederim ben de. Mürekkep Dergisi, Sayı 3, 2012

Site Altbilgisi