TİNSELLİĞİN AZALDIĞI BİR DÜNYADA A. ALİ URAL’IN ŞİİRİ – CELÂL FEDAİ

“Ve insan ruhunun güçlendiği dönemlerde sanatın da gücü artacaktır.”

                                                                                                                                                                 Wassily Kandinsky

                                                                                        “Dünyada ruh kadar güzelliğe düşkün,

                                                                               onu böylesine emen başka hiçbir şey yoktur.

                                                                           Bu yüzden, pek az ölümlü, ruha güzellik veren

                                                                                             bir ruhun öncülüğüne dayanabilir.”

                                                                                                                                                         Maurice Maeterlinck

                                                                                                  “Sanatçı her şeyi birden başaran

                                                                                             bir ‘Pazar çocuğu değildir.”

                                                                                                                                                       Wassily Kandinsky

Müstesna ve Seçkin Olan

Şiir tarihi içinde müstesna bir yeri olabilecek şiirin, sadece ve sadece seçkin bir kişilikçe mayalanabileceğini düşünüyorum. Bu düşünce her şeyden önce kendine ve onunla yüz yüze gelenlere, müstesna ve seçkin olmanın mahiyetini izah etmelidir. Çünkü biz burada bir ‘hassa’dan söz ediyoruz ve burada vurguladığımız, bilhassa modern zamanların sıradanlarının sıradanlıklarını müstesna, sanatkârane, yenilikçi göstermek için istisnai hallerin içine kendilerini sokmalarıyla yakından ilgilidir.

Modern zamanların sıradanları kadar modern sonrası olarak adlandırılan zamanların sıradanları da şiir tarihinde kendilerini tebarüz ettirebilmek adına, türlü ilginçliklere, zırvalara imza atmayı kendilerine bir yol olarak seçtiler. Bunlar için ibnü’l vakt demek bile iltifat olur. Şaşırtıcı olmak, ilginç olmak, deneysel olmak, iddialı olup büyük laflar etmek, edebiyatı en çok kötücüllüğün besleyebileceğini söylemek, iyilikte örtük bulunan ‘yürekli deliliği’ onun kendini gizlemesinden istifade ederek yok göstermek, tüm yalnızlığına karşın hakikati ışıtmak için verilen mücadeleyi, fedakârlığı hafife almak, böylelerinin verdikleri zararların bir kaçıdır. Seçkin olmanın, müstesna olmanın anlamı neredeyse kaybolmuştur. Bu ölçüler olmadıkça da bugün için estetik olduğundan daha çok etik bir hüviyet arz eden şiirin kaliteleri, gereğince konuşulamaz bir haldedir.

Hâlbuki müstesna olmak, seçkin olmanın ardından gelir. Seçkinlik ise insanın mahiyetine uygun olarak dünya üzerinde bulunmakta karar üzre olmasıyla oluşabilecek bir şeydir. Bunun doğuştan gelen kısmı elbette bir ailenin içinde şekillenecektir ama bu boyutun batılı aristokrasilerle bir bağı kurulamaz. Seçkin kişilik bu yanıyla zaten nadirdir. Seçkin şiirin nadir olması da kuşkusuz seçkin şair kişiliğin nadir olmasıyla ilgilidir. Çünkü sıradan şairler dünyanın nasıl döndüğünü fark edip bundan istifade etmeye, yani kendilerini ibnü’l vakt olmaya bırakmaya eğilimdirler. Onlardaki mahiyetini bulamadığından mecranı bulamayan başıboşluk kendini sözde artistik türlü deneylerle ortaya koyar. Oysa seçkin olan istisnai olmak için bir gayrete gerek duymaz. O, öyle olduğundan öyledir. İstisnai olmanın şiir için olmazsa olmaz bir hassa olmadığını da bilir. Bu son dediğim, günümüzün şiir ortamında onu şiir duruşu bakımından istisnai kılmaya yeter ayrıca. Seçkin kişilik ve ondan neşet eden seçkin şiir, sıradanlığın içinde adeta yok gibi olmaya mahkûmdur çoğu zaman. Fakat o kişiliğin şiirini bilen bilir.

Gençlik yılarımda insanlar içinde en saf kalanların şairler olabileceğini düşünürdüm. Yıllar geçtikçe düşüncem değişmedi, tüm gördüklerime rağmen… Büyük Goethe’nin yazdıklarında insanları ne yöne sevk edeceğini düşünmediğini de gördüm, Duchamp’ın izinden bir Amerikalı olarak giden Andy Warhol’un resim sanatını soktuğu yolun aslında ressamlarca nasıl arzulandığını da… Sanat denen şeyin toplumu dinamitleyen kötücüllerce eylenen bir edim olduğu görüşü benim bulunmadığım zamanda yerini etmişti. Bu, kapitalizmin neşvünema bulduğu yerler için doğruydu. Oralarda din gerçekten de hem alıklaştıran hem de toplumun berbatlığı içinde acıları dindiren bir afyondu. Ama ya bizim için? Soru sorulmuştu fakat ciddiye alınmadığı belliydi. Lautréamont’un, Faust’un, Sade’ın hayaletleri, Nietzsche’nin ‘Will to Power’ dediği şeyi vaktiyle ‘Kuvvet İradesi’ diye tercüme eden Türklerin kuvveti idare etme sorumluluklarını terk edişlerine koşut ilerleyip Türk şiirinin ufuklarını da sardı. Onların ikinci, üçüncü el taklitlerinin arzı endamı sanat ortamımızın kendi bönlüğünü, bunluğunu oluşturuverecekti.

A. Ali Ural’ın Seçkinliği

Tüm bu olanlara rağmen, Türkiye’de özellikle 1990 sonrasında, dinsel kavrayışlarının verdiği aydınlıkla dünyayı, sanatı, siyaseti anlamaya çalışanlardan bir parça umut edilebilirdi. Gerçekten de onlar, Türkiye’de sadece şiiri, düşünceyi tekelinde tuttuğunu düşünen çevrelere değil tüm dünyaya şiirin, düşüncenin hatta insanlık için yürütülebilecek bir tür siyasetin nerede olduğunu gösterebilme imkânına sahip oldular. Fakat onlar da kendilerine aydınlık veren kavrayışı Protestan ahlakına tahvil ettiler. Şiir, düşünce, siyaset iklimimize kimselerin veremeyeceği zararı umutları boşa çıkararak verdiler. Kendi zavallı çıkarlarının peşinde şairler, kalem erbapları, tüccarlar, siyasiler onların içinden çıktı. Çıkmaya da devam ediyor. Üniversite yıllarımda, bir günlük gazetede “Türkiye’de İslamcı düşüncenin geleceği” üzerine yüklü miktarda ödülü olan bir deneme/inceleme yarışması düzenlenmişti. Bu, içinde akıl almaz bir bönlük taşıyan bir cüretti. Bir düşüncenin geleceği üzerine yarışma düzenleyenler geleceklerinden büyük şeyler bekleyen tacirler olabilirlerdi. Düşüncenin geleceği üzerine düşündürtmek isteyenler, üzerinde düşünülsün istedikleri alanın tinselliğini çiğnettiklerinin farkında bile değillerdi. Onları iktidar hırsı sarmıştı. Dünyada olandan kendilerine düşenin itirazları nispetinde artabileceğini fark etmişlerdi. İtirazları neticelerini verince itirazı da bırakıp mümessilliği seçtiler. Yaşadıkları bir gelişme değil, mutasyondu ama ne önemi vardı artık. İşin vahim yanı siyaset ve ticarette olanın şiir ve düşünceden kendine destek bulmasıydı. Bu yüzden de bugün siyasi hayatımızın, ticari dünyamızın gerekleri ile şiirimizin dinamikleri aynıdır: Bunaklık. Bir bunak, geçmişini ve bugününü egosal sorunlarından ötürü gereğince algılayamaz. Gene de onun ne zaman ne yana akacağı belli olmayan bir gücü vardır. Bu hal siyasette ve ticarette hak verilmese de anlaşılabilir. Nitekim Richard Nixon’ın Amerikan siyaseti için ileri sürdüğü ‘deli adam teorisi’ buna benzer bir şeydir. Fakat hayatta, düşüncede ve şiirde bunaklık, eyleme dönüşen görünümleriyle ilk olarak seçkinliği yok eder. Böylelikle cümleler arasında siyak sibak kaybolur, şairler arasında ego şişkinliği alır başını gider, hayat denen şey günlük pratiğin güdümüne girer. Belki de en çok rastlanan olduğu için en kötü olarak adlandırılabilecek durum insan ilişkilerinde yaşanır. İnsan ilişkileri alış veriş farsına dönüşür. Sanatta yoksulluk yerine geniş çevre edinmeye bırakır ve bu çevrenin manipülasyonlarındaki devingenlik tercihe şayan olur.

Mizacım beni bu resmettiğim atmosferi içinde kalmadan tahlil ve tasvir edebilecek derecede çok kişi ile yüz yüze getirmedi. Tahlil ve tasvirlerim ise herkesin yapabileceği nispettedir. Ama herkesin yapıp da tercih noktasına geldiklerinde seçtiklerini çok şükür gene mizacım bana seçtirmedi ve yolumuz A. Ali Ural ile böylelikle kesişti. Burada onun seçkin kişiliğinden söz açacağım. Onun seçkin şiirini ifade edebilmem için gerekli bu. Aksi, onun ‘delice iyiliğinin’ hayata, düşünceye, şiire yansıyan boyutlarını yansıtmadığı gibi, müstesna bir şiiri müstesna bir kişiliğin mayaladığı gerçeğini de gölgeleyecektir.

İşe A. Ali Ural’ın, buraya kadar sıraladığım bilinçli ya da bilinçsiz yapılan türlü yanlışlardan uzak kalmaya gösterdiği özene şahitliğimi dile getirerek başlamak istiyorum. Bunda bahtının da elbet payı var. Çünkü 1980’li yıllar boyunca Türkiye’de organize edilen estetize edilmiş şiiri görüp de ondan uzak kalmak bir şair için epeyce güç olsa gerektir. A. Ali Ural o yıllarda ruhen uzak olduğu bu şiirin atmosferinden mekânsal anlamda da uzak kalarak korunmuştur. Kişioğlunun kendini koruması çoğu kere kendini aşan bir şeydir. Tıpkı bir şeyin bizden esirgenmesinin o şeyin bizden uzak tutularak bizim o şeyden korunmamız ya da o şeyin bizatihi kendisinin bizden korunması gibi. Bu dediklerimle, 1980’li yılların büyük bölümünde A. Ali Ural’ın Arabistan’da Arap edebiyatı ve teoloji tahsil etmesinin, şiirin mahiyetinin onun tarafından kavranılması açısından (hem bir korunma olarak hem de korunacak olanın kavranılması olarak) ona verilmiş bir baht olduğunu vurgulamak istiyorum. Nitekim A. Ali Ural’ı 1997–2000 arasında ağabeylik ettiği gençlerle çıkardığı Merdiven Sanat dergisinde bu son dediğimin peşinde görürüz. Şair bu derginin şiir dizisi içinde pek çok şairin şiir kitabını basarak kendisine baht olarak verilen koruyuculuğu etrafından esirgememiştir. Ancak onun esirgemediği şeyin anlamı, esirgemediklerince gereğince kavranmamıştır. Ural’ın gayreti yankısını bulmadığı gibi, esirgemek eylemi için yukarıda söylediklerimiz doğruluğunu tekrarlamıştır. Ural, kendisinde olanı esirgemesi gerekirken fazlasıyla vermiştir. Bu yüzden de ona ağabey diyen bahtlarından habersiz kurnazlar, şiir sahasında ilk atraksiyonlarını böylelikle yapmışlardır. Bu bakımdan Merdiven Sanat yılları A. Ali Ural’a kendi şiir toplamı Körün Parmak Uçları dışında birçok baş ağrısı bırakmıştır.

Tinsel Olanın Yitimine Karşı Körün Parmak Uçları

Wassily Kandinsky, oluşmakta olan kapitalist dünyada sanatın manevi olanın içerilerek korunduğu son alan olduğunu vurgularken, sanatçının bir seçkin olarak portresini de çizmişti: “Sanatçı her şeyi birden başaran bir Pazar çocuğu değildir.”1 Ona göre sanat insan ruhunun geliştirilmesine, arıtılmasına yöneltilmesi gereken bir güce sahipti. İnsan ruhu güçlenirse sanatın da gücü artacak, aksi halde ruh, eğer maddi inançsızlıklarla boğulmuşsa, sanatta amaçsız bir hal alacaktı. Bu yüzden de sanatçı, pozisyonu doğru tartmalı, sanatına ve kendi özüne sorumluluğunu bilmeli, bir şatonun kralı değil ulu bir amacın hizmetkârı olduğunu fark etmeliydi. Sanatçı ile takipçisinin arasının açılması, sonunda takipçinin ya sanatçıya sırt dönmesiyle ya da hüneri, yeteneği, ustalığı alkışa layık bir hokkabaz derecesine sanatçıyı düşürmesiyle son bulacaktı. Bu yüzden de sanatçının sanatçı olmayanlara karşı üç sorumluluğu vardı: 1) Yeteneğinin karşılığını vermek. Kandinsky, sanatçının sanatçı yeteneğinin karşılığı verirken yöneleceği kök-muhatapta kanımca yanılıyordu. Ama neticede herkese açık olarak görülen muhatap sanatçı olmayanlar olduğuna göre dedikleri kabul edilebilir bir gerçekliğe ilişebiliyordu. Fakat onun sıraladığı görevlerden asıl önemlisi ikinci ve üçüncü sırada olanlardı: 2) Duygu, düşünce ve eylemleri ya saf ya da zehirli bir atmosfer yaratır 3) Bu düşünce ve eylemler ruhsal atmosferi etkileyen yaratımların malzemesidir. Burada sanatçının tininden eylediklerine, sanatına, oradan da sanatçı olmayanlara, izler çevrelere, takipçilere yayılanların mahiyetine bir vurgu söz konusudur: Saflık oluşturmak ya da zehirlemek. Kandinsky, sanatçının etrafını sanatı yoluyla zehirlemesinin sanattaki manevi olanın, tinselliğin yitirilmesi sonucu oluşacağını ifade ediyordu. Oluşmakta olan kapitalist dünyada zaten bu hızla gerçekleşmekte idi. Bir de sanatta bu gerçekleşirse sanat sadece kendi mahiyetini kaybetmekle kalmayacaktı. Kandinsky açıkça gardını, zehirlerini resim sanatına zerk edeceklere, Duchamp’a, Warhol’a almıştı. Onun tavrı, “Her kim kendi yaşamını kurtarırsa onu kaybedecektir, ama her kim yaşamını daha yüce bir şey için kaybederse onu bulacaktır.” diyen Van Gogh’dan yanaydı.

A. Ali Ural’ın Körün Parmak Uçları, tinselliğin yitirilmesine sanatçıların da dâhil olduğu 1990’lı yılların içine doğdu. Kandinsky’nin yukarıda andığımız has bir sanatçıda mutlaka bulunan hassasiyetleri, görmeyen iki çift gözün yerine on farklı duyarlıktaki parmağa nakledilerek ifadesini bulmuştu Körün Parmak Uçları’nda:

ah bu nasıl anafor

ne çekiyor bu parmakları

uçlarıyla dokunuyor

ağaca, güneşe, taşa

uçlarıyla kazıyor toprakları

ah bu nasıl bir fosfor

Yaşadığımız zaman insanının maruz kaldığı zehrin adıdır ‘fosfor’. Otomobil göstergelerinde turuncu, Irak’ı bombalayan Amerikan uçaklarının gece görüş sistemlerinde yeşil olur. Yaşadığımız zaman bizi bu renklerin cümbüşü ile içine çeker, reklâmlarıyla çeker, koşuşturmalarıyla çeker. Modern sonrası zamanın insanı gözlerini kaybetmiştir. Ama her gözünü kaybeden gibi parmak uçlarını değil de bedenini bütün bir göz olarak kullanır. Tiniyle değil teniyle görür. Ural’ın Sunî Teneffüs’ü tinselliği yitmiş bu insan ölülerinin cesetlerinin gereğince kaldırılmasına bir çağrı gibidir. Körün Parmak Uçları, bu şiirdeki bu çağrı ile açılır:

bu adam ölmüş

nefesi kendi nefesi değil

göğsünün dalgalanması

narin bir kayığı yüzdürdüğünden

nabzı mı, böcek sesleri

siz bir çarşaf getirin hemen

bulduğunuz ilk martıyı kalbine sürün

bu adam ölmüş

götürün!

Bu ‘götürün!’ emri, bir tasfiye edimine delalet eder. Körün Parmak Uçları, kavrayışı kıtların zannettikleri gibi naif bir şiir değildir. Buradaki naiflik, tasfiye edilecek olanın da nihayetinde bir insan olmasındandır. Ural’ın sesi insana ait olanı kendi Valiz’ine doldurmaz, özenle ve gereğince yerleştirir. Bunu yaparken de eyleyen kendi olsa da bir dış kimliği yardımına çağırır ki hazırlanma işinin ağırlığı paylaşılarak anlaşılabilsin. Çünkü paylaşılarak yapılmayan her iş, o işi yapanı kendi egosunun güdümüne az ya da çok sokacaktır:

valizimi hazırlamama yardım et

kollarından çekiyorlar saatin

kollarımdan çekiyorlar

bekçi elini düdüğüne götürüyor

yardım et

şimdi

valizimi hazırlamama yardım et

kollarından çekiyorlar nehrin

kollarımdan çekiyorlar

bekçi elini düdüğüne götürüyor

en üste koy şiirlerimi

Ural’ın tinsel olanın derleyip toparladığı şiirinin adı: Valiz’dir. Ondan önce kitabın ikinci şiiri Muhteva gelmiş ve nesneler, varlıklar asıl anlamlarına irca edilsin istenmiştir. Valiz’de ise derlenen toparlanan ‘muhteva’nın en üstüne ‘şiir’ konur. Burada şiir şairine aittir. En üste konur. En üste konan en son konandır. Valize her konan onun bir hazırlığıdır adeta. En son konduğu için açıldığında ilk fark edilen olacaktır ve o fark edişe, kavuşmaya kadar da son konduğu için de hatırda tutulan olacaktır. Şairin kendi şiiri, onun için kendi tinsel yanının kendine bir tapusudur. Onu içselleştirmiştir. Basılı kâğıtlarda tutamasa bile zihninde, tininde onu yaşayabilir. Bu sayede, her şair Kandinsky’nin dediklerini kendisinden bilebilir.

Bugün Türk şiirinde yazdığı şiirlerle okurunu, şiir yazdığı atmosferi zehirlemeyerek tinsel olanın, seçkin olanın yanında olan pek az şairden biridir A. Ali Ural. Tinini korumak için şiir içre bir çeşit sufî olmuştur ki bu da onun şiirini korumuştur. Şiirini yalınca çatar. Okur kendi içindeki gürültüyü dindirmeden onun şiirine giremeyecektir. Bilindiği gibi Dadaistler Birinci Paylaşım Savaşı sonrası Avrupa’da yaşanan her bakımdan çöküşü sanatın bir başarısızlığı olarak görmüşlerdi. Sanat insani olanı sunmayarak insanları bir makineye çevirmişti. Ural’ın şiiri Körün Parmak Uçları’nda bazen tamamlanmış bazen kesik kesik bırakılan insani görüntülere ilişir durmadan. ‘İlişir’ derken iliştiğine bir ağırlık katmadığını, onu kendi ağırlığıyla bozmadığını söylemek istiyorum. Ural insan ruhunu umursayarak şiir yazmaya başlamıştır çünkü. İnsan ruhu dediğimiz şey, tüm insanlığa aittir ve tek tek her insanın nefesinde kendini sonsuz defa yeniler. Ural’ın şiiri sadece kendi ruhsallığını (ki bu büyük bir aldanmadır) sublime ederek o herkeste olan ruhu dışlayan maksimalist sanat anlayışının karşısındadır. Bu yüzden de insanın hallerini çoğu zaman geniş bir zamanın içinde ele alır. Ural’ın şiirinde şimdiki zamanın ve geniş zamanın yoğunluğu, geniş geçmiş zamanda olanın şimdiki zamana naklini istemekten ileri gelir dense yeridir. Çünkü kadim geçmiş zaman tüm insanlığın birikimi olması itibariyle geniştir de. Şimdinin özünde de ne kadar nihilist kalınarak dışlansa da saklıdır. A. Ali Ural bu saklı olanı çıkarmaya çalışır. Gölgeler Büyürken şiiri buraya kadar dediklerimizin misallerinden sadece biridir:

selamı için neler vermezdim

ses dağa çarpıp döndüğünde

bilseydim gölgeler büyüyecek

güneşte yürümezdim

önceleri daha güzeldi neden bugün

bir el kuru çalıları tutuşturdu

rötuşu bitmemiş resimler

aceleyle tab oldu

ben imza atmayı bilmem

parmak bassam olur mu?

Bugün şair sesini, beninde bir cevher olmadan şişkin bir egosunun itkisiyle bangır bangır ‘ben’ demek sanan zavallılar için, şairi şiir üreten bir özne olarak gören girişimci ruh için bu şiir kavranılacak gibi değildir. Ural’ın şiiri kendine haslığını Türk şiirinin gelişim süreci içinde Türkçenin işlenmesiyle kazandığı seslerden mizacına uygun olanı seçip geliştirerek sağlamıştır. Ural bu sesle, nesnelerin kimini örter kimini aşikâr eder. Bana göre her has sanatkâr bunu yapar: Nerede aşikâr edilerek bayağı kılınmış bir şey varsa onu ketmeder ya da nerede ketmedilerek unutturulmaya çalışılan bir şey varsa onu aşikâr eder. Ural kimi zaman aşikâr eder kimi zamansa ketmeder. Bu yalın şiir çatısının resimsel karşılığı Cezanné’ın resimlerinde bulunabilir. Özellikle Körün Parmak Uçları’nda bu böyledir.

Kuduz Aşısı’nda Poetik Olan

Bir ağaçta, bir gölde, bir kadında, bir elma yığınında Cezanné, varlıkların, Wallace Stevens’ın deyişiyle, ‘ne ise o olduğunu’ görmüştür. Ural’ın şiirlerinde de benzer bir durum konusudur. Ural, gördüğünü soyutlayarak aktarır. Bir açıdan bakmaya başlayan göz, alanını pek az genişleterek gittikçe derinleştirir. Sanki göz bir netlik ayarı yapmaktadır ama ortaya şiir olarak soyut imgelerin güzelliği çıkar. Resimle düşünen Cezanné gibi Ural da şiirle düşünür. Anadolu ve Avrupa yakaları arasında yıllardır dokuduğu mekiklerde karabataklara hayran hayran bakan Ural’ın Karabatak şiiri, anlatımcı biçemle Kuzgun’u resmeden Poe’dan da yine aynı tarzda Albatros’u dramatize eden Baudelaire’den de farklıdır bu yüzden. Karabatak, onun şiirinde her birinin adı küçük harfle yazılsa da her biri biricik olan birer varlıktır. William Blake’in Kaplan’ına bu yanıyla benzer, fakat resmedilişiyle ondan farklıdır. Ural’ın biçemi soyutlamadır. Şiir küçücük bir görüntüyle de başlayabilir, kısık bir sesle de. Sözgelimi bir otomobile binerken kendisine ve etrafına kendiliğini bulduğu bir aidiyetin ifadesi olarak ‘Bismillah’ diyen kadınların, dediklerinin sadece başlangıç sesini vurgulayışlarıyla Otomobile Binerken Bismillah Çeken Kadınlar şiiri başlar. Bu kadınlara çokça şahit olmuşuzdur. Çoğu artık yaşlıdır. Niçin söyleyeceklerini içlerinden söylemeyi ya da alenen bütünüyle söylemeyi değil de ilk heceyi vurgulayıp gerisinde seslerini kısmayı tercih etmişlerdir bilinmez. Bu görüntünün ardındaki insanlık hali Ural’ın şiirinde aranandır. Ural, insanların görüntülerinde onların hallerini arar. Şiirleri öyküleriyle birlikte okunduğunda bu durum daha iyi görülebilir. O bir portre ustasıdır. Ama portreleri figüratif olmaktan çok soyuttur. Bu yüzden de Yemek Yiyen Garsonlar dediğinde o şiirin adında dediğini değil, başka halleri bize sunar. Koşu Bandı’ndaki adam, modern zamanların kölesi olmasından çok daha önemlidir. ‘Önemlidir’, çünkü o bir insan tekidir ve tininden habersizliği sadece ona bağlanamaz. Ural’ın şiiri, Diktatörler ve Çocuklar’ı yan yana getirdiğinde bile en ufak bir ajitasyona düşmez. Gala adıyla bize sunduğu şiirinde ‘kahrın galası’ dediği halden derin bir haber verir, eğer isterse. Kuduz Aşısı’nın ilk şiiri Nefes Darlığı’yla akrabalıklar taşıyan kitabın son şiiri Gala, Ural’ın cronotophe’unu gelecek zaman kipiyle belirlediği ender şiirlerinden biridir. Şiir kitabın sonunda geçmiş geniş zamanların tinselliğinin modern zamanların tüm hegemonyasına rağmen kendini sürdüreceğini muştular.

GALA

Sonları kaldırıyorum her şey sürecek

saçları metrelerce uzayan çocuklarla

yüzyıllarca gidip gelecek salıncak

kırmızı paltolarıyla yazlarda bile.

Doktorlar şehrin göbeğini kesecek kör neşterleriyle

eczacılar kulaklarını delecek kölelerin

suflörlerin sesiyle oynatılacak dudak

kurbanlar bankaların önünde

suçlular arkasında kahkahaların

Melekleri rahat bırakmayacak gökte

her şeyi bilen adamlar, her şeyi söyleyen ve

resimlerinden sıfatlar sarkan

her akşam leblebi kavuracaklar camekânların önünde

vestiyere emanet, parlak ve nâdân.

Bir kapı açıldı mı gıcırtıyla açılacak; açıldı mı?

bir sürgü çekildi mi gürültüyle çekilecek; çekildi mi?

birisi güldü mü bütün dişleriyle gülecek;

sağlam ve kırık dişleriyle.

Sonları kaldırıyorum her şey sürecek

mi yoksa geldi mi şiirin sonu

selamlayın melekleri yerlere kadar

kahrın galasıdır bu!

Buraya bütünüyle aldığım bu şiir, okuduğum en güzel şiirlerden biridir. Ural’ın Kuduz Aşısı, böyle birçok şiiri barındırmakla kalmaz sadece. Kuduz Aşısı, poetik bir tavrın da ifadesidir. Ural, tüm insani niyetlerini, insan olana yaklaşmak arzusunda olanlar için insani olmayana yönelenlerden uzaklaştırmıştır. Mevlana’nın da öğüdüdür bu. İnsana Allah’tan üflenen ruh, gene insan eliyle bozulmaktadır çünkü. Dilini, bir köpeğin salyalı diliyle değiştirenler, insan ilişkilerini bir alıp verme farsına çevirenler, bu tavırdan karşılıklarını alacaktır. Ural bir yandan böyleleri için konumunu alırken, bir yandan ‘yedi çift ayakkabısını’ dağıtacak insan arar. İster bir canlı varlık olsun ister cansız bir nesne onunla özdeşlik kurmak ister. ‘Pencereden kendisini açmasını’ ister sözgelimi. Oysa günümüz şiirinde sesi duyulan ‘ben’ler gidip pencereyi kendileri açarlar. Gördükleri ise bu yüzden kendi bön iç dünyalarıdır.

Gramer ve Geometri

Ural’ın şiir dili üzerine bir araştırma yapmak, sarf edilen farklı kelimeler ile tekrar edilenleri bulmakla işe başlayıp gramer kategorilerine göre bir tasnifle ilerleyip elde ettiklerimiz üzerine düşünmek bize onun şiiri üzerine önemli veriler sunabilirdi. Yazık ki henüz bundan mahrumuz. Benim gözlemim Ural’ın şiirinde farklı kelimelerin hem çeşitli hem de sayıca çok oluşu şeklindedir. Bilhassa isim cinsinden kelimelerin varlığı bariz dikkat çeker. Sayıca az bir şiir toplamına sahip olmasına karşın Ural’ın vokabüleri oldukça geniş ve çeşitlidir. İnsanın ruh hallerine ait göstergelerin yanında insan yüzüne ilişkin olanlara da sıkça rastlanır. Belki bunlardan da çok dış dünyaya ait unsurlar şiir dilinde kendini gösterir. Fakat ister iç ister dış dünyaya ait olsun Ural’ın kelimeleri soyutlanmıştır. Çok farklı imgeler, görüntüler yan yana gelerek bu sağlanır:

zifiri gözlerine yıldızların girmediği

ve ayın ondördüne

çocuk yüzleri, büyük caddelerinde

beyaz şeritler çiziyorlar, yarış kulvarları

loş ışıklar saçarak zifiri gözlerine

yürüyorlar, beyaz ve kukuletalı.

Ural, şiirlerini kelimeleri soyutlayıp kendinin kılmasının yanında, onları kendine has bir sentaksla çatabilen bir şairdir. Bu son dediğim çok mühim bir noktadır. Bir şairi duyarlığının has olması şair yapmaya yetmez çünkü. Kelimeleri kendinin kılabilen bir şiir onları kendi sentaksı ile çatamıyorsa bu da büyük bir eksikliktir. Ural, hem kelimeleri aslî yanlarıyla algılayıp aslına döndürmeyi başarır hem de onlarla bir kurgu oluşturur. Tavus Kuşu şiirinden aldığım aşağıdaki bölüm demek istediğimi gösterir niteliktedir:

ketum perdeler dalgalandı, yoksa rüzgâr

göz kapaklarını açacak mı

açacak mı sırlarını tavuslar

yüzlerce göz taşıyan kanatlarını

yüzlerce gök taşıyan

yoksa rüzgâr uçamayan bir kuş boynumda.

uyurdu ten uyusa fırtınada pencere

tavus açardı uçsa kanlı kanatlarını

boynuma dokunurken zümrüt bir kolye gökten

beni bir yalan ısırdı.

kör şahitler yemin etti; evet bir yalan ısırdı

yalan yere kör şahitler; tam boynundan şuradan

işte şurdan kör şahitler; el bastılar kitaba:

görülmez düş izleri.

Milleti İçin Seçkin Şair

Sanatçının bir milletin duyargası olduğunu söyleyen Pound haklıdır. İçinde yaşadığımız ülkenin eskiden ‘halk’ diye adlandırılan zümresi, popüler kültürün alıklaştırmalarından nasiplenmek derdinden başkaca bir dert taşımak niyetinde görünmemektedir bugün. Günümüzün şairlerinde de aynı eğilimin bulunması bu bakımdan hiç de şaşırtıcı değildir. Pound’un sözüyle kastettiği şair, milletinin bunamış, alıklaşmış bugününe duyarlı olmasa gerek. A. Ali Ural, bir şair olarak işte tam bu noktada seçimini yapmıştır.

DİPNOTLAR

1. Wassily Kandinsky’nin andığım eserinin dilimize iki tercümesi var. Bunlardan ilki Ahmet Necati Bigalı’ya ait: Sanatta Manevilik Üzerine, İzmir–1981. İkinci çeviri ise, Gülün Ekinci tarafından yapılan Sanatta Ruhsallık Üzerine (İstanbul–2001) adını taşıyor. Yazım boyunca bu iki çeviriden de yararlandım.

Merdivenşiir, Sayı 13-14, Mayıs-Ağustos 2007      

Site Altbilgisi