Bir devri daim içinde okumak yazmaya, yazmak okumaya dönüşür – Röportaj: SÜMEYYE ÖZGEN

1.

Yazılarınızda en dikkat çeken şeylerden biri, unutulan küçük detaylardan, alışkanlıkla sıradanlaşmış şeylerden hareketle üzerinde düşünülmeye değer yeni ve özgün anlamlar üretiyor olmanız. Bu noktada klişe bir cevap vermeyeceğinizi bilerek şöyle klişe bir soru sorsam: Sizce edebiyat nedir, ne yapar ve nasıl inşa edilir?

Edebiyat zombi olarak hayat sürmekten bizi kurtaran bir dirilticidir. Bir dil, düşünce ve hayal dirilticisi. Alışkanlık hastalığının yok ettiği duyularını insana iade eden bir kahraman. Çağın süper kahramanları gibi sahte değildir. Görsel ve işitsel efektlere ihtiyacı yoktur harikulade işler yapabilmek için, bizatihi harikuladedir yani alışılmışı delen, yırtıp atan duyarsızlığın çöplüğüne. 

Bu orkestra şefinin sopası çiçekli bir bahar dalıdır hareket ettiğinde canlı cansız bütün varlıklara taze anlamlar veren, yerini gösteren, yerinden alıp mecaz vadisinde tekrar inşa eden. Edebiyat arabanın aynasından sarkan bir süs değildir; aynadır yolu gösteren, direksiyondur hedefi belirleyen, tekerlektir dağı taşı öğüten, motordur gümbür gümbür çalan hayatın davulunu. 

Edebiyat nasıl inşa edilirden muradınız bir edebi eser nasıl inşa edilir ise cevabım tuğlayla, harçla, demirle olacaktır. Mücevherleri üst üste koyarak yapamazsınız binanızı. Muhkem ve estetik bir yapı, doğal malzemeden, tabiatla çelişmeyecek, ışığı, havayı, ihtiyacı ve ahengi gözetecek bir mimariyle ortaya konabilir. Bütünlüğün ve dengenin ustasıdır edebiyatçı. Sihrini dumanda değil ateşte arayan bir aşk büyücüsüdür.

Sıradan olan hiçbir şey yoktur, sıradanlaşmış bir bakıştan başka. Büyüteci nereye yaklaştırsak onun büyütülmeye değer olduğunu görürüz. Her manzaranın arkasında görünmeyen yüzlerce manzara var. Bu yüzden talebelerimin yazılarında “Sıradan bir gündü” ifadesini kullanmalarına izin vermem.  

2.

Denemelerinizden birinde aslında hiçbir şeye benzetilemeyen şiir illa bir şeye benzetilecekse bunun “serap” olabileceğinden bahsediyorsunuz. Bir şiirinizde de “şairle okurun arasında sıçrar kaybolan balık” şeklinde bir dize var. Böylesine ele avuca gelmez bir şey olan şiirin, şair ve okur arasında kurduğu bağ nedir diye sorsam? Ya da şairler okuruna bir  “serapla” aslında ne söyler?

Serap tahammülün bitmek üzere olduğu anda görülür. Sözün bittiği sahralar vardır insan hayatında. Ne söylesen yerini bulamayacak, hangi cümleyi kursan eksik kalacaktır kelam. Dil meramı ifadede aciz kaldığında bir çıkış yolu olarak ihsan edilir şiir. Bir “mahrec” olarak. Bu yüzden insan sözüne benzemez şiir. “Bir başka lügat tekellüm ettim,” demesi boşuna değildir Şeyh Galib’in. Bir başka dil konuşmaktır şiir, meleksi bir dil.  Şair ve okuru arasında yazılmamış bir sözleşme vardır; şair okuruna şiirinden ne anladığını, okur da şairden şiiriyle ne söylemek istediğini sormayacaktır. Bu altın balık şairin avı gibi görünse de bir türlü sepetine atamaz. Bu yüzden okur bedelini ödeyip mülkiyetine geçiremez şiiri. Havadaki kuş satılamayacağı gibi havadaki balık da satılamaz. Şairin kısmeti de okurun kısmeti de balık değil balığın sıçramasıdır. Bir serapla suya kandırır şair, bir balıkla denizin üzerinde yürütür okuru. 

3.

Rabbimiz Kur’an’da insanı sürekli aklını kullanmaya, eşsiz bir ölçü ve düzenle yaratılmış kâinatı tekrar tekrar hayretle seyretmeye teşvik eder. Şairler için de kâinata göz kulak kesilen, hep yadırgayan ve hiç alışmayan kişiler diyebiliriz. Hem şair yönü hem de ilmî birikimi olan biri olarak size şöyle bir soru sormak istiyorum: Kur’an, bütün insanları şair duyarlılığına sahip olmaya teşvik eder diyebilir miyiz?

Hz. İbrahim’in kâinata bakışı yalnız hikemi değil edebi bir bakıştır aynı zamanda. 

En’âm Sûresi’ndeki, “Gecenin karanlığı  onu kaplayınca bir yıldız gördü. ‘Rabbim budur,’ dedi. Yıldız batınca da ‘Batanları sevmem,’ dedi,” ayeti bu bakışın parlak örneklerinden biridir. (En’âm,76) “Batanları sevmem,” ifadesi “Bâki” olanın yalnız yüce Allah olduğunun latif bir beyanıdır. 

Her şeyin büyük bir nizam içinde olduğu âlemler  şair hayranlığını davet etmektedir hal diliyle. Mülk Sûresi’ndeki: “O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında  hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun?” ayeti de bu davetin ilahi kelama yansımasıdır.

Kur’ân-ı Kerîm, mazmunuyla da edebi hassasiyet taşıyanlar için ipuçları vermektedir. Hidayet rehberi olmasının yanı sıra bir güzellik mucizesidir zira o. Kureyş’in ileri gelenlerinden Velîd b. Muğîre’nin Hz. Peygamber’den Kur’ân-ı Kerîm dinledikten sonra kabilesiyle paylaşımı, ilâhî kelamın inanmayanlar üzerindeki edebi tesirini göstermesi bakımından kayda değerdir: “Vallahi Muhammed’den demin bir kelam dinledim ki insan sözü desem değil, cin sözü desem değil. Öyle bir halaveti (tatlılığı) ve öyle bir talaveti (güzelliği) var ki sormayın. Öyle bir kelam ki üstü meyveli, altı verimli, bereketli. O muhakkak üste çıkar üstüne çıkılmaz.”

Hz. Peygamber(sav) şair değildi fakat şairleri vardı mısralarıyla kainatı çınlatan. Ka’b bin Zuheyre’ye hediye ettiği hırka, o ilk büyük edebiyat ödülü, bir sorumluluk olarak inanan şairlerin omuzlarında. 

4.

“Alışkanlıkla tarumar ettiğimiz dünyayı ihtişamlı bir bakışla yeniden ihya etmeden ne söyleyebiliriz!” Bu cümlenizi yukarıdaki sorumla çok ilintili buldum aslında. Peki bu ıslahın ve bakışlarımızı diriltmenin yolu sizce nedir?

İhtişamlı bakış, ihtişamlı bir varlık âleminde olduğumuzu fark eden bakıştır. Gözdeki perdenin yırtılması gün ışığının karanlık odamıza dolmasıdır. Düşüncenin neşteriyle yapılabilir bu katarakt ameliyatı. Düşünceyi harekete geçiren ise sanat eserleridir. Sanatı fantezi bir tatmin olarak görmek ne kadar yanlış! Düşünmeyerek zihinsel seviyesini hayvani bir düzeye indiren insan için çıkış yoludur sanat. İzleyicisini inşa edicisiyle yan yana getirip yoldaş kılar o. Yazarla okuru, yönetmenle seyirciyi, ressamla sergi ziyaretçisini aynı gemide yolculuğa çıkarır. 

Kutsal kitaplar ilâhi bir davettir düşünceye. Kur’ân-ı Kerîm’de her vesileyle düşünmeye çağrılır insan. Düşüncenin kapısı olarak da “Bakış” gösterilir. Bütün mesele düşünceyle yan yana gelen bakışta. Nazarı ihtişamlı kılan tefekkürün ona eşlik etmesidir.

5.

Şiirlerinizde çağrışımsal bir öykü atmosferi var, öyküleriniz şiirsel bir dilin ve bakışın süzgecinden geçmiş, denemeleriniz klasik deneme dilinden uzak hem öyküsel hem şiirsel bir üsluba yaslanmış. Edebî türlerin nerdeyse hepsi sizde birbirine geçmiş ya da hepsi şairliğinizin göğü altında toplanmış gibi. Bu bilinçli bir tercih mi?

Her şeyin iç içe geçtiği bir evrende yaşıyoruz. Sanatın işlevi varlıklar arasındaki ilintileri keşfederek bütünlükteki güzelliği yakalamaktır. Ay dünyanın, dünya güneşin, güneş galaksideki bir kara deliğin etrafında dönüyor.  Hiçbir varlık yok ki başka varlıklarla ilintisi olmasın. “Çağrışım” kelimesinin şiirim için anahtar kelime olduğu doğrudur.  Bir orman yangınına benzetmişimdir şiirimi. Dallar yakın dalları tutuştururken an gelir sıçrayan kozalaklar uzak yerlerde yangın çıkartır. Her şiirin görünmese de bir öyküsü, her öykünün görünmese de bir şiiri vardır. Dozu ayarlandığı takdirde şiir tuzuyla lezzetlenir nesir. Kim ne derse desin dozu ayarlandığında kurgusal inşa, güç katar şiire.  Denemeye gelince; o şiirin ve öykünün ruhuyla harmanlandığında hasat da bereketli oluyor. Bu konuda son bir cümle kurmak gerekiyorsa o cümle şairlik göğü altında olduğudur ne sadır olmuşsa kalemden.

6.

Gerek Doğu’dan gerek Batı’dan resim, heykel, müzik, sinema başta olmak üzere sanatın hemen her alanıyla ilgili geniş bir okuma birikimine sahipsiniz. Okuma alışkanlığınıza dair neler söylersiniz? Ve sizce okumakla yazmak arasındaki denge nasıldır?

Okumak alışmadan ziyade alışmamanın verimidir.  Dünya içinde yeni dünyalar olan kitaplar, yeryüzündeki ağır basınç altında nefesi kesilen insanın solunum odalarıdır. Özge bir atmosferde yenilendikten ve alışkanlıklarımızdan kurtulduktan sonra kitapların kapaklarını kapatarak tekrar dünyaya döneriz. Bu bize yeryüzü meşakkatlerine yeniden dayanma gücü verir. Bu anlamda her kitap bir direniş enstrümanıdır.

Bileşik kaplardaki su seviyesi gibidir okumak ve yazmak. Bir devri daim içinde okumak yazmaya, yazmak okumaya dönüşür. Asıl olan ise düşünmektir. İnsan düşündüğü için yazdığı gibi, yazdığı için düşünür. Düşünceden soyutlanmış bir okuma yazma eylemi yeryüzünün en gereksiz uğraşıdır. 

7.

Bütün yazılarınızda metinlerarası ilişkiye yoğun şekilde başvuruyorsunuz. Bu, okurunuzun da belli bir birikime sahip olmasını ve katmanlı okuma yapabilmesini gerektiriyor. Hatta onlara Raf Ömrü kitabınızda çoğul okumanın yollarını gösteriyorsunuz. Bu tavrınız modern anlatının imkânlarından faydalanmaktan çok daha öte bir anlam ihtiva ediyor gibi?

Hiçbir şair ve yazar soluk alıp verdiği çağda kendisinden önceki metinlerin muhtevasıyla -kısmen olsun- örtüşmeyen bir cümle kuramadı. Mutlak ibda Allah’a mahsustur. Yenilik görecelidir çünkü ve her yeni içinde eskiyi de barındırır. Ben kitapları takım adalar gibi  düşünüyorum. Bu adalar arasında kurulacak bağlar bir mana ve üslup orkestrasını su yüzüne çıkarıyor. Farklı enstrümanları bir arada dinlemek ahenksizlik değildir. Yeter ki orkestra şefinin bagetinde bir savrulma olmasın.  Şuurlu bir tanzimle tınılar yerlerini bulur, metinler birbirlerini tamamlar. Okuma ziyafetinin mükellef sofrasıdır bu. 

8.

 “Yüzlerim çıkarmakla bitmiyor”, “tek tek çıkarıp kancalarından/çırpınan yüzlerimi elime tutuşturdu”, “saydam aynasında eriyen yüz”, “yüzümün üstüne kaç yüz düştü/ kaç dağcı yuvarlandı aynadan”, “yüz yağmuru”. Bunlar şiirlerinizde ve denemelerinizde geçen ifadelerden sadece birkaçı. Yüz ve ayna metaforlarının anlam dünyanızdaki çağrışımlarına dair neler söylersiniz? 

Yüz bedenin en kutsal parçası. Her şey yüzde olup bitiyor, avuç içi kadar bir alanda. Ayna diyorsunuz ya, insanın aynası yüzü. Kalbinden ne geçerse oraya yansıyor.   Gözlerin, dudakların, burnun ve kulakların orada olması boşuna değil. Beş duyudan dördü yüzde yer alıyor. Görüyor, işitiyor, tadıyor ve kokluyoruz. Dünyayı süzgeçten geçiriyoruz orada ve sonra elimiz ulaşılan verilere göre hareket ediyor.  Kavgada yüze vurmayı yasaklamıştır Hz. Peygamber. Hayvanların yüzünü damgalayanları lanetlemiştir. Yüz onurdur çünkü. O aynaya taş atan kendini tuz buz eder. Osmanlı döneminde aynaların altında “İtme mir’atı şikeste seni yüz surete kor,” hattı yer alırmış. “Aynayı kırma seni yüz parça eder.” Mümin müminin aynasıdır madem yüz yüze bakılacaktır. Bu yüzlerin karışımından yeni bir mümin yüzü doğacaktır.  Şiir bütün görüntüleri işaret dünyasına taşıyor. O âlemin ucu bucağı yoktur. Sezgilerin ucu bucağı yoktur çünkü. Kalbin ucu bucağı yoktur. 

9.

İnsanların boşluklarını doldurmak için ürettiği, Allah’ın ise varlığının ihtişamını göstermek için yarattığı, şeklinde bir tespitiniz var. Yaratma ve üretme kelimelerinin kullanımı arasındaki tercih sanatçının “ölümsüzlük özlemi” bağlamında bize ne söyler?

Eserleri, öldükten sonra defterini açık bırakan sanatçılara ne mutlu! “Ölümsüzlük özlemi”ni ben böyle anlamak istiyorum. İnsan öldükten sonra amel defterini açık bırakacak olan üç şeyden biridir “yararlı ilim.” Sanat da pekala “yararlı ilim” sınıfında değerlendirilebilir. Sevapla sanat arasındaki bu ilişki, her iki dünyada da sanatçının ebedi hayatıdır. Tabii bu kıyamete kadarki süreç. Bir de kıyametten sonraki süreç var. Acaba mizanın kurulduğu gün, tartının amel kefesine konmayı hak edecek mi eserlerimiz?  Yüce Allah yoktan var eder. İnsan var olandan yeni bir üretim gerçekleştirir. Bu pencereden baktığımızda insanın sanatını da yüce Allah’ın yaratıcılığının bir parıltısı olarak görebiliriz.

10.

“Bir gece kumlara sırtüstü uzandığımda şunu görmüştüm. Yıldızların dünyaya en yakın oldukları yer çöldür. Başıma binlercesi dökülecek sandım. Dökülecek ve bir yıldız dağının altında uyuyacağım kıyamet kopana kadar.”  Bence Ali Ural’ın en kısa öyküsü bu. Bence Ali Ural’ın en uzun öyküsü de bu. Arabistan’da geçirdiğiniz yıllardan ve bugünkü Ali Ural üzerindeki tesirinden bahsetmek ister misiniz?

Çöle düştüğümde on dokuz yaşında bir gençtim ve Leylam ilimdi. Kum sisleri olurdu  görüş mesafesini sınırlayan. Üniversite yurdunun balkonundan gece o sisli sokak lambalarına bakıp İstanbul’u hayal ederdim. Lapa lapa mektup yağardı bir çöl masasının üstüne. O zamanlar cep telefonu yoktu. Mektup ayda bir gelirdi. Ankesörlü telefonlarda erirdi bozuk paralar. Cahit Zarifoğlu’nun mektubunu da o tozlu masadan almıştım. “Sen de bir imza sahibi olacaksın,” diyor, “Öfkeli Çocuklar,” şiirimi yayımlayacağını söylüyordu. Arapça öğrenmek hiçbir şey için olmasa bile namazda okuduğumuz sureleri anladığımız için büyük bir şeydi. Kaldı ki Arapçayla kapısını çaldığım nice kadim eser oldu, nice güzellikler karşılaştığım, ne kadar şükretsem Allah’a azdır. Bununla beraber Türkçe aşkımdı benim. Vatanımdan getirdiğim roman, hikaye ve şiir kitapları çölde bir vaha oldu benim için hep. Evet yıldızlar çöle dökülecek gibi yakındı, gündüzler ne kadar sıcaksa geceler o kadar soğuktu. Çöl ve şiir aynı şeydir. Mahrumiyet ve kudret aynı şey. 

11. 

Son olarak size bazı kelimeler versem ve onlarla ilgili aklınıza gelen ilk cümleleri sorsam.

Çello

İncir

Nar

Kedi

Süt

Heykel

Çello: Dünyanın en meşhur çellosunun adı Mara, üç yüz yıl sonra hâlâ tınısını yayıyor yeryüzüne. Mara şiiri de üç yüz yıl sonra coşkuyla okunmaya devam etsin.

“bu benim çellom dediysem inanma geçicidir sahipliğim her sahiplik gibi

bir dilim güneş düşsün avcuma beklerim bir parça yıldız 

ben kırıntılarla yaşamayı öğrendim parmak uçlarımdadır neşesi” 

İncir: Zeytinin yol arkadaşı. Göz göz bal. Rüya bohçası.

Nar: Deli nar. Hem ateş, hem şurup, hem yakut sandığı. 

Kedi: Adı evcile çıkmış avare. Narkissos’un hayvana dönüşmüş hali. Ebu Hureyre’nin şefkatli omuzunu kendine taht eden güzel. “Kedi Vebali” şiirinden: 

“kedileri olmayanlara acıyın 

kedileri olanlara acıyın

kediler acısın kendilerine acıyanlara”

Süt: Süt eşittir şiir. 

Heykel: Ruhla taşın takası. Faniliğin çırpınışı. Düşünce ırmağının buz kesişi.

    (Geçerken dergisi, Haziran 2021, Sayı 9, s. 21)

Site Altbilgisi