SONSUZ BİR SAVRULMA İÇİNDE İNSAN – Röportaj: İNCİ EREN

Yedi yıllık bir aradan sonra üçüncü şiir kitabınız “Gizli Buzlanma”yı yayınladınız. Çok bekleyip az söylemenizi, şairin “çok” ve “hız”dan kaçarak evrimini doğal akışı içerisinde tamamlama arzusuna bağlayabilir miyiz?

Her şairin kendine özgü bir taşıma süresi var şiirini dünyaya getirmeden önce. Tanpınar’ın ilk şiir kitabı altmış yaşındayken, Yahya Kemal’in şiir kitapları ise ölümünden sonra yayınlandı. Yahya Kemal için şiir aranması ömür boyu sürecek “Nadir” bir şeyken, Tanpınar, “Bir şiir gerçekten şiir mi?” sorusuyla “tekâmül zincirinde yeni bir halka” olup olmadığını sorguluyordu şiirinin. Ahmet Haşim “Göl Saatleri”ni otuz altı yaşında, “Piyale”yi kırk bir yaşında yayınladı. Fakat kitaplarında yer almayan ilk şiirleri de dahil bütün şiirlerinin toplamı doksanı bulmaz. Zira musiki değerleriyle bir besteye; eda, renk ve mana değerleriyle yeni bir lehçeye ulaşmak kolay değildi ona göre. Şimdilerde başkalarının şiirlerini sorgulamaktan kendi şiirlerini sorgulamaya vakit bulamıyor şairler.

Her üç kitabınızda da hayatın içinden bir şiir kişiniz var. “Körün Parmak Uçları”ndaki ruhsal kırgınlıklarıyla hayatın karşısında yalın bir gözlemcidir. “Kuduz Aşısı”ndaki iç çalkantılarıyla zaman zaman hırçınlaşan ve “Sonları kaldırıyorum her şey sürecek” diyecek kadar hayata müdahil olan bir gözlemcidir. “Gizli Buzlanma”nın şiir kişisi hayatın neresinde duruyor?

Gizli Buzlanma’nın şiir kişisi hayatı avucunun içi gibi bilen ancak bu bilgisini kıyıda durarak örtmeye çalışan biri sanırım. Evrenin sırrını keşfetmiş bir dilsiz. Çok şey bilip hiçbir şey söylememenin ağırlığını, sorumluluklarını yerine getirememiş olmanın suçluluğunu,  sevdikleriyle arasındaki buzlanmayı fark edişin hüznünü taşıyor. “söyleyecek mi sandın şair söyleyecek bir şey yoksa” diyerek çözülmesini istemediği bir muammanın içine çekiyor muhatabını. 

“Gizli Buzlanma”da dil kırılmaları var. Kitabın adı başta olmak üzere zamanla klişeleşmiş kalıpları şiirlerinize taşıyarak onları aniden yabancılaştırıyorsunuz. Belli bir edebi birikim de gerektiriyor şiirleriniz. Bunun dışında A. Ali Ural’ın şiir okurundan beklentileri nelerdir? Onları nelerle yüzleştirmek istiyor?

Eskimek yalnızca eşyalara has bir özellik değildir. İnsan, kelimeleri de eskitir. Dolayısıyla kavramları kullana kullana onların renklerini soldurur. Buna iç boşaltması diyebileceğimiz gibi, defalarca etiketlemek suretiyle sözcükleri ağırlaştırmak da diyebiliriz. Var olan kelimelerin anlamlarını, özellikle kalıplaşmış ya da klişeleşmiş ifadeleri ancak edebiyat kırabilir. Onları alışılmışın dışında bir kontekstte kullanarak yepyeni bir kimlik kazandırabiliriz bu kavramlara. Ancak bu şekilde alışılmışın dışına çıkararak yani  yabancılaştırarak ve kanıksanmış anlamlarını kırarak yeniden diriltebiliriz onları. Gündelik sözün şiir sözüne evrilişi konusunda Tanpınar’ın ölçüsünü önemserim: “Gündelik hayatta kullandığımız sözü, o piyasa ve karışık pazarlar akçesini saf bir sanat haline getirmiş mi? Ondan ayrı bir teşekkül yaratmış mı?” Bütün mesele hayatın her katmanında şairini bekleyen cevherin yerinin değiştirilmesinde. Yeri değiştirilemeyen cevher toprak olarak kalır. Şiir okuru da şairdir, o halde bir şair gibi yaklaşmalı şiire. Vitrinde bir eşyaya bakmakla sergide bir tabloya bakmak aynı şey değildir. Ben şiirimi yazarken kendimle yüzleşiyorum. Okur neden yapmasın bunu.

  “Her mancınıkla daha uzağa gidiyorum düştüğüm her yer mancınık” mısrasıyla başlıyor kitabınız. Daha en baştan okurun algısını ters yüz ediyorsunuz. Amaç paradoksu mu göstermek yoksa bizi sessizce kuşatmış olan çaresizliği mi?

Hayatın kendisi paradoks. Çareyle çaresizlik aynı atın üzerinde seyrediyor. Zaman zaman yer değiştiriyorlar sadece. Çaresizlik dizgini ele aldığında çare terkisinde gidiyor atın, çare dizgini ele aldığında çaresizlik beline sarılmış oluyor çarenin. İnsanın kendisini uzaklara fırlatacak bir mancınığı kucak sanmasıyla başlıyor burada paradoks. Ceza ölümle son bulsaydı, bir döşeğe, bir dinlenme yerine dönebilirdi toprak. Ya da tam fırlatılma anında daha büyük bir irade tarafından ödüle çevrilip cezası, bir gül bahçesinde bulabilirdi kendini cezalandırılan. Burada ikisi de olmuyor. Düştüğü her yer mancınık olduğu için sonsuz bir savrulma içinde insan.

“Şiir dedikleri sen misin peçen dalgalanıyor sayhamla” mısranıza dayanarak şiirin kadın olduğunu iddia edebilir miyiz?

Şiir elde edilemeyen bir kadın, evet, kaçtıkça güzelleşiyor. Kendisi değil kaçması şiir. Aradaki mesafeyi daralttıkça şair, kaçışın rüzgârıyla ürperip kelimelerini aşılayabiliyor. “Şair burada ne demek istiyor!” homurtularıyla bu kadının peşine düşenler tüketim çağının zorbalarından başkası değil.  Şiir teslim olmayacak onlara. Bir yolunu bulup kurtulacak ellerinden. Uzaktan seslenmek gerekiyor şiire. Bir sayhaya dönüşürse bu sesleniş, kim bilir görünür belki de yüzü.

Münâcat, naat, muamma gibi gelenek kapılarından geçtikten sonra has odanıza geçiliyor Gizli Buzlanma’da.  Gelenekle modernitenin bir arada olmayacağı anlayışını kırmaya çalıştığınızı söyleyebilir miyiz?

Böyle bir anlayış varsa hâlâ benim kırmama gerek yok, bu zaten kırık bir anlayıştır. Münâcat ve naat klasik Türk şiirinin iki esrarengiz anahtarı,  şiir evime o anahtarlarla girmek ancak üçüncü kitabımda gerçekleşti. Sözün ağırlığı ve sorumluluğunu hatırlatan bu özge geleneğin modern imgelerle de inşa edilebileceğini göstermeye çalıştım. Muammaya gelince; modern şiirde neredeyse hiç örneği yok. Okurla şair arasındaki bu sır oyununu hatırlamak benim için de bir kazanç oldu.

“Nefesim olsaydı”; “sahip olsaydım”; “olsaydı kaçırmazdım” gibi koşullar çıkıyor mısralarınızda karşımıza. Koşullardan/bahanelerden ya da başka nelerden beslendi bu şiirleriniz?

“Keşke” demeye başlamışsa şair ziyan kıyılarında dolaşıyor demektir. Zaten şiir de yoksunluktan doğmuyor mu! Yoksunluğun yerle gök arasında bir dönme dolap gibi dönen onlarca saksısından… Varsın hayıflansın modern zamanların şairi “ben okuyamam dediğinde nefesini kesecek bir meleğin de yok senin,” diye. Ne demiş Âşık Seyhatî, çocuk yaştaki Âşık Zülâlî’yle atıştıktan sonra alnından öperken: “Sevdiğine kavuşamayasın; kavuşamayasın ki dünyaya ateşli sözler bırakasın!” Kitabımın adı Gizli Buzlanma’ysa da içinde şöyle bir dize var: “Ateşle buzun aynı tetiği çektiğini bilirsin.”

Her sosyal grubun diliyle seslenebildiğinizi ve bunu şiirsel alana taşıdığınızı görüyoruz. Özellikle kitabın sonundaki şiirlerle. Algılarla bir kez daha oynuyor ve hiçbir şeyin sandığımız gibi olmadığını sonda yer alan “Çünkü” şiirinizle gösteriyorsunuz. Gerçekten de “yok kimse orda ışıkları ben yağdırdım” mı? İnsan yine mi yanıldı?

Kendi boyasına tutunmaya çalışır her şair ve sahneye yağdırdığı ışıkları güneşten geliyor sanır. İnsanın sözcüsüdür çünkü. Can yaksa da tatlı bir yalandır bu. Herkesin bildiği fakat kimsenin itiraf etmediği bir yalan. Kurgunun esrikliği değil midir hayatı yaşanabilir kılan. Varsın sahnede kimse olmasın. Varsın şair tek başına alkışlasın oyununu. Varlık Dergisi, Sayı 1276, 2014

Site Altbilgisi