SINIRIN OLDUĞU YERDE ŞİİR OLMAZ! – Röportaj: ABDULLAH AKAN / BİRDAL AKAR

Sekiz yılın ardından okurla yeni bir şiir kitabında buluşmanız şiirimiz adına çok sevindirici. Tebrik ederek söze başlamak istiyoruz. Kuduz Aşısı bir şiir kitabı için çarpıcı bir isim ve kitapta bu isimde bir şiir bulunmuyor. Ancak kitaptaki Hidrofobi, Köpek Dili gibi şiirleri bu isimle ilişkilendirebilmek mümkün. Ana tema olarak kuduzu seçmenizin nedeni nedir?

Kuduzun iki tarafı var: Isıran ve ısırılan. Bir tarafı hayvan, diğer tarafı insan olan bu ölümcül iletişimde dişler aracılık ediyor. Özneler yerlerinde durduğu takdirde her şey “doğal”. Fakat ne zaman özneler yerlerini terk ediyor, işte o zaman artı değer kazanıyor bu korkunç iletişim. Gazetecilik okullarının klişe öğretisiyle bir köpeğin bir insanı ısırması değil, bir insanın bir köpeği ısırmasıyken “haber”, şair imgeleminde dişler hiç umulmadık yerlerde boy göstererek “şiir”e dönüşüyor. Karanlığın içerisinde yalnız köpeklerin değil, insanların da dişlerinin parladığını gören şair, bir adım daha atarak denizlerin, ırmakların ve dağların dişlerini fark ediyor. Hoca, salınan köpekler ve bağlanan taşlardan şikayet ederken, şair taşların serbest kaldığını, ancak dişlerini köpeklere değil, insanlara geçirdiğini görüyor dehşetle. Öte yandan köpek sürüleri sadece dünya haritası üzerinde nehirler gibi akmıyor, bir anatomi kitabının içine sızıp insanın görünmeyen haritasında, kine, kıskançlığa, yalana, aşka, şehvete ve kibre dönüşüyorlar. Dişler bu imgelemde yalnız çirkinin değil güzelin de temsilcisi. Aslında yalnız sözünü ettiğiniz şiirlerde değil, kitabın tamamında bu izleri sürmeniz mümkün. Kuduz Aşısı, her biri diğerinden bağımsız şiirlerden oluşmasına rağmen, kuduzun belirtilerini imgelem âlemine farklı renklerle taşıyor. Zira modern hayatın göstergeleri kuduzu işaret edip duruyor hep; huzursuzluk, hırçınlık, tedirginlik ilk belirtileridir kuduzun. Ruhsal çöküntü ve felç daha sonraki belirtileri… Duyu bozuklukları, nefes darlığı, çırpınma nöbetleri ve nihayet su korkusu yani hidrofobi! Yüce Allah, “Biz her şeyi sudan yarattık!” derken, insanın sudan korkması ne müthiş! İşte bu paradokstan doğuyor “Kuduz Aşısı”

Şairin görevi yalnızca yazıp çizmek değil elbet. Bazen yazılıp çizilen yanlış şeylerin silinmesi gerekiyor. Bu da yine şaire düşüyor muhakkak. Siz de ‘ben siliyorum çizmişler her şeyi’ diyorsunuz. Bu dizeyi biz şiir olmayan metinlerin salgın hastalık gibi dolaştığı bir şiir ortamında şairin çare arayışı olarak yorumlayabilir miyiz?

Mısraya farklı bir bağlamda yeni bir imgesel değer yüklerken bana bir ressamı hatırlattınız: Sir Peter Lely. Bu ressam sanat değeri olmadığına inandığı resimlerden vebadan kaçar gibi kaçarmış. Kötü resimlere bakmamaya çalışırmış. Böyle bir resme baktığında fırçasının ondan az da olsa etkileneceğini, yapacağı resimlere bu bakıştan bir şeyler yansıyacağını düşünürmüş. Silmek, bu açıdan “görmemek” olarak yorumlanabilir. Kalpazanlığı devletler bile engelleyemiyor. Reddetmeyi bilmedikçe sahte olan tedavülde kalacaktır. Aslında sanat bir bakımdan kabul ve reddir. Eksik ya da sahte olanı kabul edenler, aldanmış olmamak için başkalarını aldatmaya çalışırlar.

Körün Parmak Uçları’ndaki ben’le Kuduz Aşısı’ndaki ben’de farklılıklar var. Valizini hazırlamak için yardım isteyen ben gidiyor, yerini bulmuş ve şarkı söylemek için ne müthiş yer diyen ben geliyor. Bu öznenin iki kitap arasında yaşadığı değişikliği anlatır mısınız?

Farklılıkları ortaya koyabilmek benzerliklerden yola çıkmayı gerektirir. Bu yüzden öncelikle Körün Parmak Uçları ve Kuduz Aşısı’ndaki “ben”in ortak taraflarını görmeliyiz. Bu ise her iki kitapta da “ben”in çoğunlukla “o” ve “sen” şeklinde ifade edilmiş olmasıdır. Bu noktada “Ben”e dışardan bakışın açıyı genişlettiğini söyleyebiliriz. Bir edebiyat sohbetinin ardından Oscar Wilde’ın Andre Gide’i uğurlarken sarf ettiği ” Bundan böyle bir daha asla ‘ben’ demeyiniz. Sanatta birinci şahıs yoktur,” cümlesiyle karşılaştığımda bağlamı ne olursa olsun, bu cümlede kendime ait bir şeyler bulmuştum. Gelelim “Valizimi hazırlamama yardım et!” diyen ‘ben’le “Şarkı söylemek için ne müthiş yer!”diyen benlerin farkına; ilk ‘ben’ nadir birinci şahıslardan. Belki de Valiz şiirindeki ölüm teması ‘ben’ demeyi kolaylaştırmıştır. Dünyadaki ‘ben’inden sıyrılmak isteyen ‘ben’ olsa olsa valizini hazırlamaya bile takati kalmayan, yardım isteyen bir ‘ben’dir. İkinci ‘ben’de her şeye rağmen hayata tutunmuş bir özne var. Şarkı söylemek için, facialar ve ölümlerle özdeşleşen bir hemzemin geçidi seçen şair, tünelden bir köpek sıçramadan, yani hemzemin geçitte yeni bir facia yaşanmadan şarkı söylüyor ve kâinat da bu şarkıya eşlik ediyor. Dahası şair ‘buyrun beraber söyleyelim, haydi hep beraber’diyerek herkesi bu şarkıya, yani hayata katılmaya, hayata olan inançlarını tazelemeye davet ederek yaşam karşısında bir nevi tecdid-i iman yapıyor.

Söyleşilerinizin birinde yoğunluğunu ilk bakışta hissettirmeyen, derinliğini ancak içine girenlere gösteren bir şiirden, çağrışımların girift bir örgüyle birbirine bağlanarak imgesel yoğunluğa yeni bir hüviyet kazandıran bir şiire geçtiğinizi ifade ediyorsunuz. Oluşturduğunuz bu yeni dokuda sizi imgesel yoğunlukta değişiklikler yapmaya iten etkenler nelerdi?

Şiir bir mühendislik ürünü olsaydı bu sorunun cevabını vermek gayet kolay olacak, şair-mühendis planlarını masaya yayıp şiirinde yaptığı değişiklikleri bütün detaylarıyla gözler önüne serecekti. Oysa şiirin oluşumu çalışmanın yanı sıra şairin kendinin de bilmediği pek çok giz ve etkeni barındırır. Körün Parmak Uçları ve Kuduz Aşısı’nı aynı şairin yazdığını söylemek doğru olduğu kadar yanlıştır da. Hayatın ve zamanın insan üzerinde yaptığı değişiklikler sadece muhtevayı değil ritmi de etkiliyor. Araplar “Her kap içindekini dışarı sızdırır,”derler. Testi aynı olsa da şerbet muhtelif. Ancak kitap tamamlandıktan sonra ben de bir yabancı gibi mısralar arasında dolaştığımda çağrışımların girift örgüsünü fark ettim. İmgesel yoğunluğa yeni bir hüviyet kazandırdığına inandığım bu yapının, sisini açığa vuran, açmaya değil örtmeye çalışan bir havası var.

İlhan Berk, Valery’nin, iş birinci mısrayı bulmak, arkası gelir sözünü ‘dili bulmak’ olarak anladığını ifade ediyor. Yani her şiir ayrı bir dil. Aksi taktirde bütün şiirler ilk yazılanın tekrarı oluyor. Ece Ayhan ise bu dilin şiir ortaya çıktıktan sonra ancak belirebileceğini dile getiriyor. Ona göre bu dil şairin dışında gelişiyor. Sizin de her şiirinizde farklı bir ses duyabilmek mümkün. Bu farklı dilleri oluştururken göz önünde tuttuğunuz esaslardan bahseder misiniz?

Ben Valery’nin “ilk mısra”yla anlatmak istediği şeyi şiirin mayası olarak anlıyorum. “İlk”in sıralamayı gösteren sayısal bir değer olmaktan çok bir yerinden şiirin çekim alanına dahil olmayı ifade ettiğini düşünüyorum. Bu başlangıçta veya sonda olabilir. Ya da şiir içinde herhangi bir noktada. Bırakın mısrayı şiirin ismi dahi harekete geçiren güç olabilir. Burada ele geçen bir dilden ziyade ele avuca sığmayan bir cevherden söz etmek gerekiyor belki de. Şairin dışında cereyan ettiğine benim de inandığım sırlar var şiirde. Ancak ilk mısrayla şiirin dilini bulduğunu söylemeyi “iyimserlik”, şiirin dilinin tamamen şairin dışında oluştuğunu söylemeyi ise “kötümserlik” olarak niteliyor, dengenin bu ikisi arasında bir yerlerde aranmasını doğru buluyorum. Esrik de olsa, kimi zaman nereye gittiğini kendi de bilmese şair dümeni terk etmemelidir. Bazen bir ritm atar onu denize bazen bir kelime. Çağrışımların eli şairi adrese teslim edebileceği gibi oradan oraya sürükleyebilir de. Aklın fenerini tamamen söndürmemek kaydıyla esrikliğin akıntısına kendini bırakabilir şair. Dilin kendi mecrasında yol almasına izin verir.

Hüseyin Cöntürk T. Uyar incelemesinde klişeleşmiş dünyalardan bahsediyor. Ona göre bu dünyalar bir şairin şiirinde yer alıyorsa daha çok okunma ve sevilme ihtimali artıyor fakat kolay okuyucu bulma avantasına karşılık, klişe bir şiirin iyi bir şiir olması ihtimali gittikçe azalıyor. Cöntürk en az klişe olmaya aday dünyaları ise ‘özel dünyalar’ ve ‘metafizik dünyalar’ olarak ifade ediyor. Bu durumda da şair, okuyucusuz kalma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Buradan yola çıkarsak, sizin şiirlerinizin sudan korkan denizlerden, yıldızlarını tekmeleyen göklerden, sarhoş karabataklardan oluşmuş özel bir dünya barındırdığını görüyoruz. Bir şair kurduğu dünyayı hangi sınırlarda tutmalı ki okuyucu bu dünyaya girebilsin?

Sınırın olduğu yerde şiir olmaz. Vahşi attır şiir sütçü beygiri değil. Üzerinden okuyucuyu atmış ne gam! Alışkanlıklarını üzerinden atabilseydi okur, dizgini olmasa da bu vahşi atın boynuna sarılıp yeni mesafeler kat edecek, yeni beldeler görecekti. Halbuki o köyünden dışarı çıkmak istemiyor. Belagat adına işlenen cinayetleri seyretmekten zevk alıyor. Halbuki edebiyat belagati öldürmekle başlar, eski klişeleri eritip madeninden yeni klişeler dökmekle değil. Mevlana “Yeni bir şey söylemek lazım” diyeli yüzyıllar geçmiş, bakalım teşbih kumbarasından çıkan bozuklukları hazine sanan okur ne zaman “Yeni bir şey okumak lazım” diyecek.

Körün Parmak Uçları’na baktığımızda daha çok insan olmayan varlıklar göze çarpıyor. fresk, kirpi, elek, ipek böceği, on numaralı şamandıranın üstündeki kuşlar… Kuduz Aşısı’ndaysa daha çok insana ve onun hallerine yöneliyorsunuz. veznedarlar, garsonlar, kadınlar, diktatörler ve çocuklar…

İnsanın olmadığı neresi var, her şey insan içinken! İnsan Mars’a gidememişse oraya gölgesini düşürmüştür. Fresk, kirpi, elek ve ipekböceği de insandan başka bir şey değil. Hadi size bir itirafta bulunayım, Bombiks Mori şairin kendisidir. Doğrusu ilk kitapta sembollerle giydirilen insanın ikinci kitapta yalın haliyle ortaya çıkıp sembollere dönüştüğünü söyleyerek bir köprü kurabilirim, bu farklılığın üstüne.

Dize işçiliğinin önem kazanmasıyla birlikte modern şiirde ilham kavramını şiire çalışmak karşılıyor gibi bir durum söz konusu. Ali Ural şiirinde ilham ve şiire çalışmanın sınırlarını nasıl çiziyor?

Önce ilhamı oturtalım sanık sandalyesine, çünkü çok şairin kanına girmiştir. Şiire can verdiği gibi şiirin canını almıştır. Şair kapısını her çalanı evine buyur etmezken her ilhamı dost sanıp imgelem dünyasına dahil etmiştir. Oysa etkiye açık olmak kadar etkiye kapalı olmak da bir değerdir şair için ve her gülümseyenin peşine düşmek onu sadece küçültür. Aradığı güzelin kapısını çalanlar arasında olduğundan şüphe etmeli, hatta kapısının çalınmasını beklemeyip, o güzelin kapısını bizzat kendisi çalmalıdır. İlham beklenen değil aranan olmalı. Ancak bu takdirde şair yere dökülenlere değil en üst daldakilere talip olur. Çalışmaya gelince; o da en az ilham kadar gerekli ve en az ilham kadar suçlu! Gerekli, çünkü “insana çalıştığından başkası yoktur.”Suçlu, çünkü bazen eser çalışmayla bozulur. Toprağa atılan bir çizik bile peygamber selamını hak ediyorsa, kağıt üzerindeki temrinlerin hakiki şairi şiire götüreceğinden kuşku yoktur. Ancak her çalışma kazanç demek değildir. Çalışma da ilham da hakiki şairlerin işine yarar, şiir mühendislerinin değil!

Sizi az sayıda şiir yayımlayan bir şair olarak biliyoruz. Yazdığınız birçok şiir titizlik eleğinize takılıyor olmalı…

Hegel güzel sanatları tasnif ederken onları maddeyle olan ilişkilerine göre ele alıp değerlendirir. Ona göre bir sanat maddeyle ilişkisini azalttığı nispette değer kazanır. Buradan hareketle mimaride düşüncenin, kullandığı maddeyi tam bir itaate sevk edemediğini ve maddenin asi kaldığını ifade eder. Heykeltıraşın ise bir adım daha ileri giderek kaba maddeyi değişime uğratıp ona ruh vermeye çalıştığını ancak ruhu yansıtmakta acze düştüğünü söyler. Resmin kullandığı madde ise mimari ve heykeltıraşlığa göre daha da azalmış, üç boyutlu cisim hayatın bir anını tesbit eden bir yüzeye dönüşmüştür. Fakat yine de resim madde ve mekana bağlı kalır. Müziğe gelince, Hegel’e göre sanat maddeden kurtulmuş, insan ruhunda en samimi olanı, his ve onun sonsuz nüanslarını ifade etmeye başlamıştır. Ancak müzik de ona göre eksik bir sanattır. Hegel, mükemmel sanatın inhisarcı hiçbir tarafı olmaması gerektiğini söyleyerek nihayet bütün sanatların üzerine Küllî sanat dediği şiiri koyar. O bütün zıtların terkibi, musikinin hoşlandığı âlemle objektif sanat âleminin ahenkli bileşimidir. Hegel’in diliyle ” O, ilâhî ile insanînin birleştiği sanatların sanatı şiirdir.” Siz bana çok şiir yazmamamın nedenini soruyorsunuz ben size nelerden söz ediyorum değil mi! Bollaşan her şey ucuzlar. Yahya Kemal kendi semtleri için de şiir yazmasını isteyenlere, “Şiir pek nadir bir şeydir.” diye cevap vermiş. Ahmet Haşim de biliyorsunuz az sayıda şiiriyle Türk şiirinin irtifasını yükseltmiştir. Aslolan ortaya konan edebi metinlerin hakikati, onların “Küllî sanat” tanımını hak edip etmedikleridir.

Kitabınızın son şiiri olan Gala nın son bölümündeki sonları kaldırıyorum her şey sürecek/ mi yoksa geldi mi şiirin sonu sözleri şiirin bitmesine şairin bile şaşırdığını gösteriyor. Buradan da anlaşılıyor ki şiirin başlayıp bitmesi şairin dışında gelişen bir olay. Şair şiirine ne kadar hakim?

Şairin susması şiirin bittiğini göstermez. Söylenemeyen, şair sustuğunda şiiri sürdürür ve hakiki okurun imgelemiyle birleşerek boşlukları yeni bir büyüyle doldurmaya devam eder. Büyücü büyüsüne ne kadar hakim! Kim bilebilir! Şairin bilmesi gereken kelimelerin bir sahibi olduğudur. Kelimelerin sahibi kimse mısraların sahibi de O’dur. İşte sanatta birinci şahsın ortadan kalkması! Şair bu hakikati gözden kaçırırsa ömrü boyunca kendi piramidine taş taşır durur. Onu kölelikten kurtaracak olan “her şeyin sürdüğü” sonsuzluğa boyun eğmektir.

Kuduz Aşısı ile Resimde Görünmeyen’i eş zamanlı yayımladınız. Ve sadece şiirlerinizle değil, deneme ve öykülerinizle de bilinen bir şairsiniz. Şiirinizin bu edebi türlerle uyumunu ya da dengesini nasıl kuruyorsunuz?

“Valiz” şiiri “en üste koy şiirlerimi” mısrasıyla noktalanıyor. Ebediyete yolculuk yapmaya hazırlanan şair valizini kapatmadan önce şiirini koyuyor her şeyin üstüne. Bu “her şey”in içinde hikaye ve deneme de var. Bunlar bir şairin hikaye ve denemeleridir. İleride birileri çıkıp bunların da şiir olduğunu, ya da şiirin zaman zaman bu metinlerde dizginleri tamamen eline aldığını söyleyebilir. Aslında şiir bütün sanatların gizli öznesidir. Dozu iyi ayarlanmak kaydıyla hikayede, romanda ya da denemede yoğunluğu ve hızı belirleyen bir iksir olarak kullanılabilir.

Son dönem şiirimizde önemli boşlukları doldurmuş Merdiven çalışmalarınızdan bahsetmek istiyoruz biraz da. Öncesinde günümüz şairlerinin önemli bir kısmının ilk imzalarını attığı Merdiven Sanat ve sonrasında aynı çalışmaları daha kapsamlı biçimde Celâl Fedai ile birlikte sürdürdüğünüz Merdivenşiir. Özellikle Merdivenşiir günümüz şiir çevrelerince dikkatle izleniyor. Bu çerçevede sormak istiyoruz; Merdivenşiir’i bu kadar dikkat çekici yapan nedir?

Merdiven Sanat’ı biliyorsunuz bundan on yıl önce yayınlamıştım. 24 sayı devam eden bu dergi başta şiir ve öykü olmak üzere sanatın pek çok alanıyla ilgileniyordu. Resim, fotoğraf, sinema, tiyatro, müzik… Doğrusu hem muhtevası hem de estetik görünümüyle hâlâ özleniyor. Vefalı bir bakış genç imzaların kendi alanlarında ilk adımlarını bu merdivende attıklarını ve yükseldiklerini görebilir. Doğrusu dergiye Merdiven ismini verirken kalbimdeki mânâ da buydu. Merdivenşiir’e gelince, orada bambaşka bir serüven var! Zira her şeyden önce yalnız şiire odaklanıyor. Küllî sanata hasrediyor sayfalarını. Üstelik bir de yol arkadaşım var ki, yalnız gerçek bir dost değil, aynı zamanda gerçek bir sanatçı. Böylece farklı deneyim ve birikimler yeni bir formda harmanlanıyor. Merdivenşiir’in yalnız muhtevası ve estetik formuyla değil, duruşuyla da Türk edebiyatında kalıcı bir yer edindiğini düşünüyorum. Seçiciliğin bir edebiyat dergisi için ne kadar önemli olduğunu, samimiyetin bizatihi bir güç olduğunu gösterdiğini de. Türk edebiyatını bir bütün olarak kavrayışı ve önyargılarla malul olan edebiyat zemininde yalnız “nitelik”i ölçü alışı Merdivenşiir’i dikkat çekici yapıyor.

Hece Dergisi, Şubat 2007

Cevap bırak:

E-posta adresiniz yayınlanmaz.

Site Altbilgisi