Edebiyat bir keşif gemisi, edebiyat bir dürbün, edebiyat bir büyüteç; yakınlaştırıyor ve yavaşlatıyor – Röportaj: Nurten Yalçın

A.Ali Ural: Edebiyat bir keşif gemisi, edebiyat bir dürbün, edebiyat bir büyüteç; yakınlaştırıyor ve yavaşlatıyor. Yavaşlatarak görmediğimizi, gözümüzden kaçanları göz önüne getiriyor.

Hocam öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. İlk soruyla başlayayım: Edebiyat olmasaydı Ali Ural kim olurdu? Yahut şöyle sorayım Ali Ural yazmasaydı nasıl bir hüviyete sahip olurdu?

Bir kader sorusu soruyorsunuz. İnsan ne olacağını henüz keşfetmiş değil. Yani bir gün sonrası hakkında bir kanaat sahibi olamayız. Hava durumunu bile belirlemek insanın kendi geleceğine ait bir şey belirlemesinden daha kolay. O yüzden buna cevap vermek gerçekten çok zor. 

İsterseniz bu soruyu “Edebiyat size ne kattı?” diye çevirebiliriz. Yani soruya bu bağlamda bakabiliriz.

Edebiyat hayatı yorumlama imkânı veriyor. Edebiyat olmaksızın hayata bakışımız eksiktir. Çünkü edebiyat algılarımızı güçlendiriyor; kalbimizi açıyor, gözümüzü açıyor, düşüncemizi açıyor. Ve yeryüzünü keşfetmeye başlıyoruz. Edebiyat bir keşif gemisi, edebiyat bir dürbün, edebiyat bir büyüteç; yakınlaştırıyor ve yavaşlatıyor. Yavaşlatarak görmediğimizi, gözümüzden kaçanları göz önüne getiriyor. Dolayısıyla edebiyattan mahrum olmak, hayattan mahrum olmak anlamına geliyor. Sadece güzel söz söyleyebilmek için değil dünyada olup bitenlerin farkına varabilmek için edebiyata ihtiyacımız var. Edebiyattan yoksun bir hayat dünyada olup bitenlerden bihaber kalmak anlamına geliyor. 

İlk hangi şiirinizden-yazınızdan sonra “Benim şiirim-yazım kemâle erdi, ben oldum,” dediniz? Ya da şöyle sorayım acemilik gömleğini üstünüzden ne zaman çıkardınız?

Şiir kemale ermez, şair “oldum” diyemez, acemilik gömleği sırttan çıkmaz. Acemilik gömleği sırttan çıktığı zaman edebiyat ve şiir kan kaybetmeye başlar. Yeryüzüne yabancılaşmak gerekiyor şiir yazabilmek için. Alışmamak gerekiyor. Hani İsmet Özel’in bir sözü vardır: “Dünyaya alışan şiir yazamaz,” diye. Oldum diyen alışmıştır. 

Turgut Uyar da “Efendimiz acemilik” diyor.

Evet, o bakımdan şair bir iddiası olmadan bir iddiayı ortaya koyar. Şair bakışlarını aynadan kaçırırsa daha iyi şeyler yazabilir.

Yazdığınız yazıları-şiirleri ailenizle paylaşır mısınız? Yahut ilk yazılarınızı ve şiirlerinizi paylaşır mıydınız?

Paylaşırım. Yazdığım şiirleri çocuklarıma da okurum, eşime de okurum. Onlar da o şiirleri değerlendirebilecek durumdalar. 

Babanız Kemal Ural’ın da yazar olması edebî hayatınızı nasıl şekillendirdi? Edebiyat sizin için bir zorunluluk muydu yoksa hayalini kurduğunuz yeni bir dünya mı? 

Babam benim hocamdır. Yazmayı babamdan öğrendim. Şiir yazmayı babamdan öğrenmedim ama genel olarak yazmayı babamdan öğrendim. Evde yazan bir adam vardı, daktilo tıkırtılarıyla büyüdüm. Ve daha ilkokuldayken yazdığım yazıları kırmızı kalemle düzeltirdi. Yani ben şimdi nasıl yazmayı öğretiyorum, o şekilde babam da bana öğretirdi. Yazmak benim için bir zorunluluk daha doğrusu ihtiyaçtı. Mesela Dostoyevski diyor ki: “Yazmazsam ölürdüm”. Sibirya’da sürgünde yazmasına izin vermemişler. Sait Faik “Yazmazsam deli olacaktım.” diyor. Ben bu sözleri biraz artistik buluyorum. İnsan yazmazsa ne ölür ne de deli olur. Ama yazma ihtiyacı olan birinin yazmaması onu köreltir ve sıradanlaştırır.

Şule Yayınları nasıl kuruldu? Kuruluş sürecinden bize biraz bahseder misiniz?

Şule Yayınları 1990’da kuruldu. Ben bir gün Ankara Caddesi’ni, yani Babıali Yokuşu’nu çıkarken baktım ki bir hanın en üst katında bir kiralık levhası var. Sordum, bir oda, beş altı metrekarelik bir oda. Sordum kirasını ve hemen tuttum. Hiçbir şeyim yoktu.  Ne orayı döşeyebilecek bir imkânım vardı, ne de bir telefon koyacak durumum. O vakitler cep telefonu yoktu. İşte mezattan bir masa koydum, bir sandalye. Yani ilk adım öyle atıldı. Sonra tabii kitap basılacak ama kitap basacak imkân yok. Başka yayınevlerinin kitapları alınıp satılarak yola çıkıldı. Sonra kendi kitaplarımızı yayınlamaya başladık.

Şule Yayınları ile birlikte babanızın editörlüğünde Şule dergisinin çıktığını biliyoruz. Sonradan bunu Merdiven Sanat dergisi takip etti. Ve şu an Karabatak dergisini çıkarıyorsunuz. Karabatak dergisini çıkarmaya sizi sevk eden ne oldu? Ve neden Karabatak? Bu ismi tercih etme sebebiniz nedir?

Şule dergisi çıkarken ben 3 yaşındaydım. Yayınevi yıllar sonraki bir hikaye. Şule Yayınları’nı 1990’da ben kurdum. Babam 1962 yılında Şule dergisini çıkardı, ben Şule Yayınları’nı 1990’da kurdum. Yayınevinin ismini Şule koymam bu dergi yüzünden. Babanın yarım kalmış hevesinin, yarım kalmış idealinin tekrar hayata geçirilme arzusuydu Şule. En azından bir yayınevi ismi olarak. Tabii babam da bu durumdan çok hoşnut oldu, dua etti. Dergilere gelince ilk olarak Merdiven Sanat dergisini çıkardım. Merdiven Sanat hem edebiyat dergisiydi hem de sanatın diğer alanlarıyla ilgilenen bir dergiydi. Derginin ismini Merdiven koydum ki gençler tırmanıp yükselsinler diye. Ta o zamandan beri gençlik için hep bir imkân olarak gördüm çıkardığım dergileri ve Şule’yi. Ve daha sonra Kitap Haber isminde bir dergi çıkardım. Sonra Merdiven Şiir dergisi çıkıyor. 

Peki, Merdiven Sanat ve Merdiven Şiir dergisinin birbirleriyle alakası var mı? Yani aynı anda çıkan, birisi sanat bir diğeri şiir dergisi miydi?

Aynı anda çıkmadı o dergiler. Yani birisi batıyor sonra öbürü çıkıyor. Merdiven Şiir de genel yayın yönetmenliğini yaptığım bir dergiydi. Saydığım dergilerinin hepsi Şule Yayınları içerisinde neşredildi. Merdiven Şiir dergisi de çok zengin, yetkin ve etkili bir dergiydi. İsmet Özel’in şiirlerini de yayınlıyor olmak dergiye şiir dünyasında yüksek bir itibar kazandırmıştı. Sonra onun da yayın hayatı sona erdi. En son Karabatak dergisi. İki sayı sonra derginin on yılı dolmuş oluyor. Şimdi 58. sayıyı hazırlıyoruz, 60. sayı demek on yıl demek. On yıl aralıksız çıktı çok şükür Karabatak. Derginin ismini Karabatak koymamın birkaç sebebi var. Bir tanesi; ben “Şair eğer bir kuş olsaydı karabatak olurdu,” diye düşündüm. Çünkü Karabatak hem denizin altında yüzüyor hem havada uçuyor. Olsa olsa böyle bir çılgınlığı şairler yapabilir, diye düşündüm. Ve benim Karabatak isimli bir şiirim var. O şiirin hikayesi de şöyle: Şehir hatları vapuruna Kadıköy’den bindiğinizde önce Haydarpaşa’da durur, Haydarpaşa’da durduğunda dalgakıran vardır orada, dalgakıranın üstünde yüzlerce karabatak vardır. Kışın kanatlarını açarlar ve güneşe doğru kanatlarını kurutmaya çalışırlar. Müthiş bir sahnedir. O sahnenin ilhamıyla Karabatak isimli bir şiir yazdım. Dolayısıyla dergi isminin Karabatak olmasında bu da bir rol oynadı. İki şey daha var. Bir tanesi; çıkardığım bütün dergiler battı, bu öyle bir şey olsun ki batsa bile çıksın, diye düşündüm. Gerçekten de ayın birinde çıkamasa da bir şekilde çıktı Karabatak su yüzüne. Fakat sonradan bir de şöyle bir şeye tanık oldum ve bu beni çok sevindirdi. Kemal Tahir’in ironi yaptığı bir sözlük var. Bu sözlükte “Edebiyat mecmuası için: Karabatak” diyor. Yani niye Karabatak diyor, çünkü ne zaman batacağı ne zaman çıkacağı belli değil. Onu da görünce çok şaşırmış ve sevinmiştim. Kemal Tahir’in bir edebiyat dergisine kendi özel literatüründe Karabatak demesi harika bir şeydi benim için.

Şule Yayınları’nda bir zamanlar İsmet Özel’in ve Nurettin Topçu’nun bir odaya sahip olduğunu biliyoruz. Bu atmosferden bize biraz söz eder misiniz?

Babamın zamanında Şule dergisi Cağaloğlu’nda bir hanın küçük bir odasında çıkarken, Nurettin Topçu oraya gelir bir tabureye ilişir ve orada rahmetli babamla sohbet edermiş. O ayrı bir konu. Ama biz İsmet Özel’e Şule Yayınları’nda kitapları çıkarken bir oda tahsis etmiştik. Yayınevine gelen, İsmet Özel’i seven talebeler veya dostları orada İsmet Bey’le görüşürlerdi. Bugünün birçok meşhur yazarının İsmet Özel’le birlikte çektirdiği bir fotoğraf da var o günlerden. 

Edebiyat atölyelerinin sizin hayatınızda önemli bir yere sahip olduğunu biliyoruz. Edebiyat atölyeleri sizin için ne ifade ediyor. Bu atölyelerin edebiyata katkısı ne derecedir?

Yazarlık atölyeleri ya da edebiyat atölyeleri günümüzün edebî mahfillerinden biri oldu. Eskiden kitabevlerinin böyle bir işlevi vardı. Hâlâ Anadolu’da bu işlevi yürüten kitabevleri vardır. Ya da geçmişte küllük gibi kültür ortamları olmuş. Modern zamanlarda edebiyat atölyeleri bir taraftan bu işlevi görüyor, bir taraftan da bu bir ilim ve sanat alanı olarak tebarüz ediyor. Yani yaratıcı yazarlık diye bir ilim var ve bu yüz yıl önce üniversitelerde ders olarak okutuluyordu. Oxford’da yüz yıl önce yaratıcı yazarlık dersleri vardı. Dünyada tanıdığımız birçok ünlü yazar bu dersleri okumuş, buralarda yetişmiştir. Türkiye’de bu alanda 1996’dan beri emek veriyorum. Amacım bilgilerimi, deneyimlerimi yol haritamı paylaşmak. Gençlerin ya da bu alanda yürümek isteyenlerin önünü açmak. Doğrusu bu vadideki çalışmalarımızın verdiği meyveler, gittiğimiz yolun sağlıklı bir yol olduğunu gösteriyor. Şimdiye kadar yüzü aşkın şair ve yazar bu vadide yetişti ve eserleri yayınlandı. Ben Türk edebiyatının kanının değiştiğini, taze bir kana ihtiyacı olduğunu ve bu kanın da bu edebiyat ocakları vasıtasıyla tazelendiğini düşünüyorum. 

Bu sorular minvalinde benim aklıma gelmeyip sizin açıklamak istediğiniz bir şeyler var mı?

Özgüven çok önemlidir. Gençler kendilerine güvenmeli. “Biz yapabilir miyiz?” değil, “Biz yaparız,” diyerek yola çıkmalılar. Ve zamanı çok iyi değerlendirmeliler. Bakın Dostoyevski tam kurşuna dizilirken affedilmiş ve Sibirya’ya sürülmüştü. Beş dakika sonra kurşuna dizilecekti, o beş dakikayı üçe böldü. “İki dakika dostlarımla vedalaşayım, iki dakika düşüneyim, bir dakika dünyaya son bir kez bakayım,” diye düşündü. Sonra şöyle dedi: “Eğer hayatta kalsam bir dakikamı yüz yıl gibi yaşardım.” Allah bize ömür vermiş, zamanımızı çok iyi kullanmamız gerekiyor. Bir dakikamızı bin yıl yapmanın yolunu mutlaka bulmalıyız. 

(İkra’r, Sayı 21, Şubat- Nisan 2022)

Site Altbilgisi