Fener Bekçisinin Rüyaları; modernizmin insanı yalıtan, sığlaştıran, tek tipe dönüştüren, yalnızlaştıran yapısına saldırı niteliğinde ilki çerçeve olmak üzere otuz öyküden oluşur. Bizi “farkına varmaya” çağıran bu öykülerin temasını oluşturan asıl unsur, modern yaşamın ruhumuzda açtığı gediklerdir. Modern zihniyetin teknolojik gelişim adına görünenin ardındaki derin manayı silmesine başkaldıran yazar, “rüya” metaforu ekseninde bilinçaltına ittiğimiz değerlere dönüş çağrısında bulunur. Bu çağrısını okuyucuya yol göstererek değil, okuyucusunu yol arkadaşlığına davet ederek yapar. Öykülerinin ücra köşelerine sindirdiği bu dönüş çağrılarını şu şekilde sınıflandırmaz mümkün:
• Öz’e Dönüş:
“Fanus’u Yakarken” adlı ilk öyküyle fener bekçisinin macerası başlar. Fener bekçisi; dünyanın aydınlanmasını, insanın modern yaşamın kaotik ortamından kurtulmasını isteyen bir düş seyyahıdır. Ama bunun için daha önce kurtulması gereken bir şey vardır: Kendisi. Özüne ihanet ettiği için kendiliğini öldürmek ister fener bekçisi. Fanusu yakmak yerine odunları şömineye atan yani dünyayı aydınlatmak yerine kendini ısıtmayı tercih eden biri insanlığa ihanet etmiştir çünkü. Bir yandan da haklı gerekçeleri vardır fener bekçisinin. Açtır, üşümüştür. Madem dayanamayıp odunları şömineye atmıştır, insanlık için başka bir şey yapıp hatasını telafi etmelidir. Çanı çalmalıdır. Herkese bu sesi duyurmalıdır. Bu sesle af dilemelidir.
Öz’üne dönmek, maddiyatçılığın egemen olduğu bir dünyada imkânsız denecek kadar zordur. Her şeye fiyatına ve görünüşündeki albenisine göre değer kazandırılmak istenmesi, bir fabrikadan çıkmışçasına aynı tip insan yaratılmasını gerekli kılar. Modernizm çarklarına kapılan bireysel farklılıkları kazanında öğüterek amacına ulaşmaya çabalar. Herkes, piyasayı ele geçirmiş bir avuç insanın sahte mutluluklarına ve banka hesaplarını kabartmalarına hizmet etmelidir. İnsanlar bilinçlerinden fıtratlarının gerekleri silinerek, bir bunaltının içine atılmalı ve “Paran kadar mutlu olursun!” klişesi yangın çıkış kapısı olarak kazınmalıdır zihinlere. Bir tüketim çılgınlığı alıp başını gitmeli, son damlasına kadar tüketilmeden yakaları bırakılmamalıdır insanların.
“Müşteri” öyküsünde bu tüketim çılgınlığına direnmenin zorluğuna işaret edilir. Satıcılar, linç etme girişiminde bulunmak için evden dışarı adımını atmayan fener bekçisinin evini kuşatırlar. “Kâğıttan Bir Çan” adlı öyküde emek vermeden para kazanmanın insanları ne kadar cezp ettiğini görürüz. Öz’e dönüş temasının işlendiği öyküler arasında “Fotoğrafçının Gördüğü” ve “Eğik Bir Omzun Meyvesi”’ni de anmalıyız. Yazar, “Fotoğrafçının Gördüğü”nde “Göstermek ve görmek istediğiniz ben, ben değilim.” dercesine fabrikasyon tekleşmeye başkaldırır. “Eğik Bir Omzun Meyvesi” adlı öyküde ise bu kutsal yaşamın sadece beş seçeneğe indirgenecek kadar değerinin düşürüldüğüne ilginç bir kurguyla dikkat çeker.
2-Düşlere Dönüş:
Yazar öykülerin tamamında kahraman anlatıcı bakış açısını kullanarak hem kendini sorguya alır hem de düşlediği dünyanın resmini çizer. Sorguya alarak “ben”inden kurtulmayı amaçlar, rüyaları ile de kendi ellerimizle kirlettiğimiz, çekilmez hale getirdiğimiz yaşama başkaldırır. Bu bağlamda rüyalar, gündelik yaşamımıza sokmayıp bilinçaltımıza atılan fıtratımızın bir haykırışıdır, varoluş gayemizi bize tekrar hatırlatan bir çığlıktır. Makineleştiğimiz, robotlaştığımız bu dünyada insani tükenişlerin bir sitemidir. Hz. Yusuf kıssasında olduğu gibi bizi zindandan kurtaracak olan rüyalardır.
Fener bekçisi; kızıl bereyi başına geçirir, odunları fanusa atar, fanusu tutuşturur, aynaların isini siler, çanı yerine asar, topun barutunu tazeler, bitki yağından mumları raflarda istifler. Bu yedi eylemi gerçekleştirdikten sonra bir kedi ağzında nadir bir kuşla gelip fener bekçisine (yazara) bir aylık hapsi müddetince yirmi dokuz rüya (öykü) hediye eder. Çerçeve öykü ile birlikte toplam otuz rüya vardır kitapta.
Otuz, bir aydaki gün sayısının yanı sıra Simurg’a ulaşabilen kuşların sayısına da işaret eder. Simurg, tasavvufta yedi çetin vadiyi aşarak kemale ulaşan, Allah’ı yansıtan aynada kendini seyredebilen insan-ı kâmili simgeler. Modern zihniyetin getirdiği bunaltılar ancak kemale eren insanların varlığı sayesinde aşılabilecektir. İnsan, nefsinin bitip tükenmek bilmeyen arzularına gem vurabildiği ölçüde modern yaşamın ağır faturalarını ödemekten kurtulabilecektir.
Yazar, rüyalarımızı yaşamanın yolunun bize sunulan bu kutsal yaşamı doğru yorumlamaktan geçtiğini hatırlatır. Bu rüyaları ona armağan eden nadir kuş, varoluşun bütün anlamını kanatlarında taşıyarak dünyaya “sancı” tohumlarını atacak, insanlık büyüsü bozulan dünyada yaşamaktan rahatsızlık duymaya başlayacaktır. Yazarın müebbet hapse hüküm giyen bir mahkûma söylettiği gibi “Her Şey Güzel” olacaktır. Simurg, kendini küllerinden tekrar yaratmayı başarabilecektir.
3-Doğaya/Doğala Dönüş:
Modernizm, hem demir ve beton yığınlarına çevirdiği doğadan kendi çıkarları doğrultusunda nemalanmayı amaçlar hem de insanın estetik algısını körleştirerek doğanın ruhu sağaltan ve dinginleştiren manzarasını silik bir fona dönüştürür. Oysaki bir mikrokosmos olarak tanımlanan insanoğlunun makro plandaki izdüşümü kâinattır. Bu yüzden insan, huzuru için gerekli olanakları barındıran doğaya ihanet ederek varoluşunu gerçekleyemez. Mutluluğu doğaya karşı olmakla değil; ancak doğanın içinde kendine bir varlık alanı oluşturmakla bulabilir. Bu yüzden fener bekçisi doğaya dönüş temalı birçok rüya görür.
“Yaz Rüyaları” adlı öyküde tabia tın bozulmasından duyulan derin üzüntü anlatılır. “Bahar Bayrakları Altında” adlı öyküde ise gündelik haberlerde boğulmaktan etrafımızı saran güzellikleri göremeyişimiz eleştirilir. “Sonbaharın Avucundan Düşen” öyküsü, doğaya kulak vermeden bir başka insanın sesini duymamızın mümkün olamayacağı gerçeğiyle yüzleştirir bizi. “Pahalı Tebessüm”de robotlaşan, mekanikleşen insana gönderme yapılır. “Yürüyen Fotoğraflar”, doğanın genetiğiyle oynamamızın bedelinin ağır ödendiği fikri üzerine kurgulanmıştır. “Turuncu Baston”da gürültüden kendi iç sesimizi duymamızın mümkün olamayacağı ve bunun bizi yaşamsal duyarlılıklara karşı körleştireceği sezdirilir.
Doğaya dönüş temalı bu öykülerde kelimeler renklere boyanıp doğanın eşsiz güzelliği gözlerimizin önüne serilir. Fener bekçisi, “İmzasız Tablolar” başlıklı rüyasında nadir kuşla karşılaşmadan önce gördüğü en son manzaranın da etkisiyle kırmızının hâkim olduğu tablolar çizer. Belki de böylelikle bizi evrenin yaratılış nedenine, aşka davet eder.
4- Söze/Yazıya Dönüş:
İnsan, sözcükler vasıtasıyla evreni anlar ve anlamlandırır. Söz sayesinde bir kalıba dökülen ve bu sayede genişleyen düşüncesi onu yaratılmışların en üst seviyesine çıkarır. Ünlü dilbilimci Ferdinand de Saussure’ün dediği gibi dil ile düşünce bir kâğıdın iki yüzü gibidir. İkisi aynı şey değildir; ancak birbirlerinden de ayrılamazlar. Yani insan dilini geliştirerek pekâlâ düşüncesini geliştirebilir. Wittgenstein’in “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.” tespiti de bu doğrultuda söylenmiştir.
Edebi dil ise bu anlamlandırma sürecini kutsal bir forma sokar. Sanatçı duyarlığı ve hassasiyeti ile kurulan üst dil, insanı tinsel tabakaya (Geist) taşır. İnsanın kendisine bu sözcükleri öğreten yaratıcısını bilmesi ve tanıması, diğer bir deyişle Simurg’a ulaşabilmesi için edebiyatın ışığına ihtiyacı vardır. Buna karşılık modern yaşamın hâkimiyetini devam ettirebilmesi, az düşünen ama çok tüketen bireyler sayesinde mümkündür. İşte bu yüzden fener bekçisi, sözün büyüsünün tekrar kazanılması gerektiğine dair rüyalar da görür. Fanusa atılan odunların tutuşması, belki de edebiyatın yüreğe düşürdüğü ateşle mümkün olabilecektir.
“İmza” adlı öyküde yazar enflasyonunun alıp başını gittiği; dolayısıyla yazının gizemini kaybettiği üzerinde durulur. Edebiyatın bir sektöre dönüşmüş olması eleştirilir. Adeta “Bakın ben parlamanın yolunu buldum. Siz de parlamak istiyorsanız benim kitabımı alıp okuyun. Muhakkak parlarsınız.” sloganları atarak yazıyı pazara düşüren zihniyete dokundurur. Aynı zamanda bu pazarın tüketicisi durumundaki bilinçsiz okurlar da yazarın “kaza okları”ndan nasibini alır.
“Hayatım Roman” adlı öyküde ise okuma alışkanlığı olmadığı halde yazıyı popülerliğin bir aracı gibi gören düşünceye gönderme yapılır.
“Kedili Öykü”de yazara eşlik eden diğer kahraman, muhtemelen birinci öyküdeki ağzında nadir kuşla gelen kedidir. Bu kedi, fener bekçisinin rüyasına girer ve başlığını taşıyan yazının satırları arasında gezinir. Tabiri caizse yazara el verip, karanlıkta görmesini sağlayan fosforlu gözlerini de hediye ederek gözden kaybolur.
“Orman Parçası” başlıklı metinde ise “papağan” imgesi kullanılarak modernizmin amacına hizmet etmesi için oluşturduğu düşünmeden konuşan, kelime dağarı mümkün olduğunca azaltılmış çokluklar üzerinde durulur.
5-Çocuk Saflığına Dönüş:
Kirlenmemiş ve bozulmamış benlik algısının varlık alanı bulduğu dönem, çocukluk dönemidir. Çocukluk, şairin dediği gibi gökyüzüne benzer. Hem koruyucu bir melek gibi insanın peşini bırakmaz hem de bakışlarını ona yönelten herkese huzur verir. Modern zihniyetin ince hesaplarından haberdar olunmayan çocukluk döneminde o saf neşe, o kendine özgü yaşama sevinci henüz yitirilmemiştir. Bu yüzden uzak bir hatıraya dönüşse de çocukluk, kendisine sığınanları bağrına basar ve onlara teselli verir.
“Etrafımda Büyüyen Daire” adlı öyküde çocukluk döneminden uzaklaştıkça artan can sıkıntısı üzerinde durulur. Her geçen yılla yaşama bir can sıkıcı daire daha eklenir. “Korkunç Oyuncak” adlı metinde ise modernizmin çocukluğu dahi hedef alan akıl almaz zihniyeti mercek altına alınır. Kapitalizmin para kazanmak adına yaratılışın gereklerini hiçe sayması, çocukları kârlı bir piyasa malzemesi olarak görmesi eleştirilir. Yarının gençleri olacak çocukların yaratıcılık yeteneklerinin, bazıları maddi güce kavuşsun diye göz kırpmaksızın heba edilebilmesi kâbustan başka bir şey değildir. Ama buna rağmen umutludur yazar. “Her Şeyin Bittiği Yerde” adlı rüyasında sayıkladığı gibi: “… Merhaba başlayan her şey merhaba! Yeniden ocağa konulan kazan. Şimşir ağacından oyulan kaşık. Aşımıza tuz atmaya mı geldin? Gençlik bitmedi, çocukluk bitmedi, bitmedi bayram.”
6- Öteki’ne Dönüş:
İnsanın öteki ile birlikteliği ilk işlenen günah yüzünden ayrılıkla neticelenmiş, sonrasında birbirlerini aramaya mahkûm edilmişlerdir. Sonuçta Tanrı’nın onları affettiğinin bir göstergesi olarak kavuşmuşlardır. İşte ilk insandan bu yana insanın öteki’ni bulmaya çalışması güçlü bir kod olarak bilinçaltına işlenmiştir. Özellikle tasavvufta kullanılan “ayna” metaforuyla anlatılmak istenen öteki’nden hareketle kendimizi tanımlayabileceğimizdir. Öteki, ayna tutucu işleviyle kişide benlik algısının oluşumunu sağlayan pozitif bir değerdir. Diğer bir deyişle öteki, kişinin ben’ini bulmasına ve kendiliğini ontolojik anlamda keşfetmesine katkıda bulunur. Bu yüzden öteki ile kurulan ilişkinin niteliği baz alınarak kişinin insani değerlere ve kendisine ne derece saygı duyduğu anlaşılabilir. İnsanın ben’ini bulması ancak bir başkasının varlık alanını önemsemesiyle mümkündür.
Modern zihniyetin öğretileri ise bunun tam tersini empoze eder. Amaca ulaşmak için her yöntemi mubah gören bu anlayış, bir başkasının yahut daha geniş çerçevede bir toplumun varlık alanını pekâlâ ihlal edebilir. Fazla düşünmeyip çok tüketen, özgünlüğünü yitirmiş, farklılıkları zenginlikten ziyade gariplik olarak gören yığınları oluşturarak daha çok genişleme imkânı bulan modernizm, bir girdap gibi herkesi içine çeker. Kimi yine bir sektöre dönüşen terapi merkezlerinde mutluluk satın alır; kimi ne kadar parası olursa o kadar güçlü olduğunu düşünür, kimi herkesin kendi derdine düşüp bir başkasını fark etmediği bu dünyada yaşamak zorunda kalmanın ağırlığını taşır omuzlarında.
Yazar, ben ve öteki arasındaki bu sorunsalı da çözülmesi gereken bir problem olarak işler öykülerinde. “Damardan” isimli rüyasında adeta “Damarıma dokunmayın, kanıma girmeyin!” feryatları atarak tekleştirme politikalarından nasiplenmemeyi ister. “Yorgun Adama Yer Döşeği” adlı öyküde bir başkasının yaşamasının dahi umurumuzda olmadığını ironik bir üslupla gözler önüne serer: Bir tarafta böyle bir dünyaya anlam veremediği için intihar etmeye teşebbüs eden bir adam, bir tarafta bu maceraya tanık olma şansına erişerek yaşamlarını anlamlandırabilen heyecanlı kalabalık… “Mavi Krematoryum ”da bencilliğin bir başkasının en doğal isteklerine bile tahammül edemeyecek kadar son haddine vardığını görürüz. “Sirkin Son Gösterisi” isimli metinde ise para kazanmak uğruna insanoğlunun hayvan fıtratıyla dahi oynamaktan çekinmediği tezi işlenir.
Zaten fener bekçisinin gerçekleştirdiği yedi eylemden biri de aynaların isini silmek olmuştur. Aynaların daha net görüntü verebilmesi için temizlenmesi gerekir. Diğer bir deyişle bir başkasını anlayabilmek için kalbimizin cilalanması, nefsanî ve puslu düşüncelerden arındırılması gereklidir. Zaten Simurg da aslında bir ayna değil midir?
7- Maneviyata Dönüş
İnsanın ahlakî ve insanî değerler çerçevesinde hareket etmesini sağlayan vicdanın yaşatılabilmesi için sürekli maneviyatla beslenmesi gerekir. Oysaki modern yaşamın öğretileri her nefsin bir gün muhakkak tadacağı ölümü dahi öldürmüştür. İnsanları körleştirip gaflete sürükleyen bu anlayış, deforme edilen bir din algısını da beraberinde getirmiştir. Cennetten kovulmanın öcünü alır gibi Tanrı da insanların vicdanından kovulmuş, insanlar iradenin ve yapabiliyor olmanın verdiği sarhoşlukla bir nevi tiranlaşmıştır. Muhtemelen insanın nefsi ve vicdanı arasında geçen “Dik Dur” isimli diyalog metinde bu iki iç ses çatışır. İnsanoğlunun yanılsamalarının ele alındığı bu metinde Tanrı’ya teslim olmak ve O’nun tarafından her zaman “Görüldüğünü Fark Etmek” en büyük zaferdir, savı işlenir.
Yazar, “Metroda Ney” öyküsünde ise ayağa düşürülen manevi öğelere bakışlarımızı çevirir. Modernizmin akıl almaz bir biçimde manevi öğelere bile al atıp bunları ticari metaya dönüştürdüğü gerçeğiyle yüzleştirir bizi. Mevleviliğin simgesi olan ney, modern zamanlardan önce bir kuyumcuyu nasıl malından mülkünden geçirmişse şimdi nasıl olur da bozukluklarla yetinebilir? Bu içler acısı duruma haykırır yazar: “Ne işin var burada! Bütün çalgılar serbest, çalgı değilsin sen! Yasak sana ruha değmediğin yer. Ne işi var nefesinin demir yılanların yanında, sürünsünler bırak, yedi kat gökte yerin varken. Üstüne yürürken değirmenler, bükemezsin boynunu. Boynunu bükmek bir eli yerde diğer eli göğe çevirene düşer. Bozukluk senin neyine iflas ettir sarrafları. ‘Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor. Nasıl anlatıyor ayrılıkları…”
“ Bir Gün Daha Yaşamak” adlı öyküde ise yaşamın bizlere sunulan kutsal bir armağan olduğu ama bizim bunun farkında olmayıp günlerimizi heba ettiğimiz teması vardır. Bir gün yirmi dört dilimli bir portakala benzetilir öyküde. Ertesi gün idam edilecek birisi için son gün ne kadar da değerlidir. Oysa bizim bitmeyeceğini sandığımız kasa kasa portakallarımız vardır. “Sahi nerede”dir?
Kitabın son öyküsü olan “Ölü” adlı metin, “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.” hadis-i şerifinin bir açılımı olarak değerlendirilebilir. Rabıta-ı mevt yapan bir derviş gibi köşesine çekilerek sessizliğe gömülür yazar. Çünkü okuyucusuna rüyalarını hayra yordurmak zamanı gelmiştir.
8- Çıkarım
Fener Bekçisinin Rüyaları, modern zihniyetin bunaltılarına karşı bilinçaltına itilen değerlere işaret eden bir eserdir. Rüyalarda görülen nesnelerin yorumlanırken farklı manaları ifade etmesi gibi öyküler de çok katmanlı kurgulanmıştır. Rüyaların ruhu öykülere bu şekilde giydirilerek birden fazla tabir yapma şansını okuyucuya kazandırmıştır. Doğru ve anlaşılır bir okumanın gerçekleşebilmesi için öykülerin kişisel ve kavramsal düzlemden ziyade simgesel düzlemdedeğerlendirmesini zorunlu kılmıştır.
Fener bekçisi, dünyanın gidişatından memnun olmayan bir prototiptir. Bilinçaltına ittiğimiz değerlerin kapısını açan diğer anahtar sözcükler “rüya”, “ayna”, “nadir kuş”, “doğa”, “çocukluk” ve “yazı”dır. Bu anahtar sözcüklerin işaret ettiği manaları ve çağrışımları daha iyi anlayarak kişinin kendini tanıması sağlanabilir. Çünkü ancak kendini tanıyan ve varoluş nedenini anlayan bireyler büyüsü bozulan dünyanın düzelmesine katkı sağlayabilir.
Yazar, şair yönünü de eserine aksettirerek metaforlarla öykülerine derin açılımlar yükler ve tekrar cümlelerini adeta nakarat gibi kullanarak şekil açısından da ahenk kazanmaya çalışır.
Özellikle betimleme yaparken renkleri bir ressam gibi kullanma gayretinde olan yazarın şekil bakımından özenli, içerik bakımından dopdolu bir eser meydana getirdiğini söyleyebiliriz. Çünkü nesirde şiirselliği ve simgesel düzlemi yakalayan bir eser okuyucusuna açık açık yol göstermez ancak tesiri yüksek olduğu için zihinlerde derin izler bırakır.
Kaynakça:
Zavotçu, Gencay; Divan Edebiyatı Kişiler-Kişilikler Sözlüğü, Aydın Kitabevi, Ankara 2006, s. 449.
Buran, Ahmet; Dil ve Edebiyat, Külliye Dergisi, Ocak 2002, s.8.
Güven, Şahin; Kuran’ın Anlaşılması ve Yorumlanmasında Çokanlamlılık Sorunu, Denge Yay., İstanbul 2005.
s. 26.
Korkmaz, Ramazan; Aytmatov Anlatılarında Ötekileşme Sorunu ve Dönüş İzlekleri, Türksoy Yay., Ankara 2004, s. 151.
Ural, A. Ali; Fener Bekçisinin Rüyaları, Şule Yay., İstanbul 2011, s. 66.
Ural, A. Ali; Fener Bekçisinin Rüyaları, Şule Yay., İstanbul 2011, s. 89.
Korkmaz, Ramazan “Romanda Dramatik Aksiyonu Sağlayan Değerlerin Görüntü Seviyeleri Üzerine Bazı Öneriler”,Scholary Dept and Accuracy a Festschrift to Lars Johanson , (Lars Johanson Armağanı), Grafiker Yay., Ank. 2002, s. 273.
Heceöykü Dergisi, Sayı 52, 2012