Edebiyatçılar Allah’la kurdukları bağ nispetinde büyük eserler verebilmişlerdir – Röportaj: MEHTAP ALTAN

Mehtap Altan: Garip… Çok garip bir durum yaşıyorum şu an. İlk defa bir söyleşinin ilk sorusu kendini naza çekiyor! Ama bir şekilde başlamak lâzım biliyorum. Her şeyin bir naz makamı vardır deyip okur gibi yapmayıp gerçekten okuyanlar için A. Ali Ural neden bir mimar, doktor, arkeolog, aşçı olmadı da edebiyatçı oldu desek?

A. Ali Ural: Mimar olmadığımı kim söylemiş! Sözün de ağırlığını taşıyan, boşluklarını paylaştıran, aydınlığını gözeten ögeleri vardır. Pencere Sen Aç Beni adlı şiirimde geçen bazı kelimelere bakın: “Asma taşıyıcılar”, “Çok eğrili kabuklar”, “Ağlar”, “Kemerler”, “Perdeler”, “Katlanmış plaklar”, “Makaslar”… Bütün bunlar şiire dönüştürülmüş mimari terimlerdir. Yedi Çift Ayakkabım Var şiirimde de T cetveli ve pergeliyle bir mimara rastlayabilirsiniz: “Ben yapmadım-herkes bakıyor bana / ellerimi kırıyor apartmanlar / ben yapmadım / camları çocuklar kırdı / kendiliğinden büyüdü otlar.” Hem doktor olmadığımı kim söylemiş! Şairin stetoskopu yoksa da kulakları var. Nefes Darlığı şiirime bakın: “kim dinliyorsa sırtımı kabzalara değiyor kulağı / hiç duymadığı sesler duyuyor -yüzünden belli- / yüzünden belli anlamadığı.” Arkeolog olduğumu söyleyenlere de itiraz etmem. Bir şairin yaptığı kazıları hangi arkeolog yapabilmiş. Muhteva şiirimden birkaç mısra size: “Ve dönüp arkasına baktı / hayır taş olmadı gövdesi / bakmak yasak değil henüz / bir kazıda bulunmuş heykeller gibi / üzerlerinde aşkın merceği / taş kesildi bakanlar gövdesine…” Aşçılığıma gelince, Yemek Yiyen Garsonlar’dan öğrenebilirsiniz: “Ne arzu ederdiniz sıcak yemeklerden zakkum / soğuklardan zemheri var tatlılardan incir / bir soğuk liraya hepsi sizindir / beyaz tabağın üstünde gri bir leke gibi duran.”

Mehtap Altan: Sayın Ural, kitap kapaklarınız dikkatimi çekti. Her birinin toplamında bir öykü, bir eksiğin bütüne kıvranışı, bir sükûtun edebî çığlığa gebe kalışı saklı… Seçtiğiniz her simge kapağın; sağından/solundan veyahut bitişin/başlangıcından yeniden doğar gibi… Belki de bir şiiri tersten okumak gibi… Yanılıyor muyum?

A. Ali Ural: “Yarım bütünden çoktur,” demiş Hesiodos. Zira tamamlama arzusu uyandırır yarım. Her şeyi söylemek hiçbir şey söylememektir bazen. Kapaklarda yarım kalan her şey bir anahtar gibi kurcalayacaktır okuru. Aslına bakacak olursak kitabın muhtevasında da durum farklı değildir. Akademik bakışın “Alımlama estetiği” olarak belirlediği alan da böyle doğuyor. Yarım, herkeste farklı bir şekilde çoğalıyor çünkü. Metnin gelecek zamanlara kalması biraz da buna bağlı. Edebi derinliği olan metinlerin farklı zamanlarda farklı meyveler veriyor.

Mehtap Altan:“azapların en elimi / kıyı yanındayken yanaşamamak” çaresizliğin müstakbel sancısını çektirir bazen hayat! Ve siz, ruhunuza sabrın hırkasını giydikçe; düğmelerini kopartmak için yarışır umudun kanına giren gölgeler. Dizeniz ruhumu böyle emzirdi! Biliyorum başka bir okuyucu başka hislerle kucaklayacak dizelerinizi. Çoğu kez şairler“dizeniz/imgeniz ile burada ne anlatmak istediniz?” sorularıyla hemhâl edilir. Doğru buluyor musunuz tek bir anlamı ya da imge özgünlüğünün klasik yankıya çevrilmesini? Şair okur gibi, okur ise şair gibi düşünmek zorunda mıdır?

A. Ali Ural: Son cümlenizden hareketle cevap vereyim. Şairin okurla ne işi var! “Halkın beğenisi felakettir,” diyor Şeyh Galib. Şair kendine söyler, kulak misafirlerine karışmaz. Sağır duymaz yakıştırır; ya okur? Onun da yaptığı farklı değil. Tabii yakıştıran var yakıştıramayan var. Şair bir kuşa taş atar, o taş sizin içinizde bir başka kuşa değer hep. Yankı her zaman sesten farklıdır.

Mehtap Altan: Kuduz Aşısı adlı kitabınızı yedi yıl gibi bir aradan sonra Gizli Buzlanma adlı şiir kitabınız izledi. Fener Bekçisinin Rüyaları adlı öykü kitabınız ise bir önceki öykü kitabınızdan on bir yıl gibi uzun bir aradan sonra çıktı. Verdiğiniz bu uzun araların bir sebebi var mı diye klasik bir soru elbette sormayacağım. Sizin eserlerinizi yakından takip edenler, verdiğiniz bu araların da bir matematiği olduğunu mutlaka biliyorlardır. Bu duruma yazgının matematiğine teslim olması desek sanırım daha uygun olur, ne dersiniz? Verilen aralar, suskunluğa değil, asıl lisanın haritasına birikmek/meyvelenmek değil midir?

A. Ali Ural: Çocukken trenin geldiğini kulağımızı raylara dayayarak anlardık. Büyüdük ve kitaplarımızın yaklaştığını anlamak için ağaçlara dayadık kulağımızı. Bazı ağaçlar her sene meyve vermez. Bazıları ise yılda birkaç kez meyve verir. Hiç meyve vermeyen ağaçları da unutmayalım. Yazar ruh fidanlığındaki her ağaçtan istediği vakit meyve alamaz. Yalnız çalışma değil, ortam da ürünün mevsimini ve kalitesini belirler. Bundan daha önemlisi ise nasiptir. “Nasibin seni bulur, dağın altında bile olsa,” der Araplar.

Mehtap Altan: Kendi yakasına yapışan insan, hakikatin kıyısına en yakın olandır!.. Ki yazmak eyleminin, insan olmak felsefesinin, maneviyat bahçesindeki gül/bahçıvan ikilemesinin şifresi de budur diye düşünüyorum. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz Ural Hocam?

A. Ali Ural: Kendiyle buluşamayan insanın kendi yakasına yapışması ne mümkün! Bu yüzden varlığının gölgesi düştüğünden beri üstüne, kendi peşinde. “Arkasında arıyor, peşinden gittiğini / gözüne perde inmiş istiridyelerden / soruyor, kendi peşinde mi?” mısralarını hatırlattınız bu sorunuzla. Nefis muhasebesi yapamadan hayattan ayrılan kim bilir ne çok insan var.

Mehtap Altan: Acı çekmek ruhun fiyakalı yalnızlığına edebî teslimiyetler doğurur! Bir de maneviyatın hudutsuz şefkatine sığınmak var ki; değmeyin dua dua açacak çiçeklerin insanlık çölündeki nemli bereketine. Sayın Ural, hüzün/maneviyat yurduna uğramayan yazarın/şairin mürekkebi ile gönlü arasında bir uçurum vardır. İşte bu yüzden düşerken kanatlandığını, kanatlanırken de düştüğünü zanneden bir hengâmenin tam ortasında kalır insan. Reçetesi nedir bu ağrının desek?

A. Ali Ural: Şairler de doktordur, dedim diye reçete istiyorsunuz demek. Bunun için önce sorunuzu çözmeliyim. Gönlüyle mürekkebi arasında uçurum varsa bir şairin şairliği meşkûktür. Eğer illa bir kelime yazacaksak reçeteye “Samimiyet” yazalım. Yapaylık ne zaman musallat olursa metne edebiyat düşüşe geçmiş demektir. Hiçbir kanadın fayda etmeyeceği bir düşüştür bu.

Mehtap Altan: Babanızın daktilo tıkırtılarıyla büyüyen bir çocukluk dönemi geçirdiniz. Harflerin, ritmin, mürekkebin saltanat sürdüğü bir aile ortamında yazmak eylemi miras mıdır?

A. Ali Ural: Kültürel miras ve görgüyü yazma serüveninin mayası olarak kabul edebiliriz. Babam çocukluk yazılarıma yol göstermiş, bana kitaplar almış, yanımda okuyup yazmıştır. Fakat tek başına maya yetmez. Allah ilhamı çalışana veriyor. O ilhamla tekrar çalışıyor sanatçı, eserini meydana getiriyor. Bittiğini düşündüğü anda dahi çalışılarak düzeltilecek unsurlar olabiliyor. Bazı araçların camında okuduğumuz cümle hâlâ geçerli: “Miras değil alın teri.”

Mehtap Altan: Bilyelerinin, uçurtmalarının peşinden koşan; ebemkuşağını pedal çevirerek yakalamaya çalışan çocukların, büyürken unutmadıkları ilk şeydir “çocuk olmanın yitirilmemesi!” Bir insanın özellikle de bir şairin/sanatçının büyük yatırımı diyebilir miyiz çocukluğunun elinden tutmasına?

A. Ali Ural: “Çocukluğunun elinden tutmayan kişi hiçbir yere gidemez,” der Hasan Ali Toptaş. Rilke’nin yazacak konu bulamadığını söyleyenlere uyarısı, “Hiçbir şeyin yoksa çocukluğun da mı yok”tur. Neden çocuk? Çünkü insanlığın mayası o. Bozulmamış insanın bakışıyla yeryüzüne bakmadan gidilebilecek bir yer hakikaten yok. Çocuk hayretle bakar. Zira insanları ve eşyaları eskitmemiştir henüz. Hayretle bakılan yerde doğuyor sanat.

Mehtap Altan: On beş yıldır yaratıcı yazarlık dersi veriyorsunuz. Edebiyat dünyasına kazandırdığınız, yetişmesine vesile olduğunuz isimler var. Ki çoğalırken çoğaltmanın efsunlu soluğu da diyebiliriz bu bereketli duruşa. Yeteneği olup farkında olmayan ya da şartlarından dolayı bu anlamda atölyelere katılamayanlara gitmek gibi bir düşünceniz oldu mu? Onlara ulaşmanın başka bir yolu var mı? Çünkü çok iyi biliyoruz ki kaç yetenek, cesaretinin üzerindeki toz silinmediği, ruhundaki edebî pencerenin nasıl açıldığını bilemediği için cümlesiz/kelimesiz yitti gitti karanlığın kör soluğunda!..

A. Ali Ural: Ben sanatsal yeteneğin bir tohum olarak normal zekâ düzeyindeki bütün insanlarda bulunduğunu ve çalışmakla ortaya çıktığını düşünüyorum. Elbette istek olmadan çalışma da olmuyor. Bu yüzden anahtar kelimemiz istek. İnsan bir şeyi çok isteyecek ki ona ulaştıracak yolları keşfedip yürüsün. Yazarlık atölyelerinin bu anlamda yazarı yüreklendirdiğini, edebi donanımını zenginleştirdiğini, derinlerde yatan yetenek tohumlarını yeşerttiğini söyleyebiliriz. Ulaşma konusuna gelince, aslolan hocanın değil talebenin arayışıdır.

Mehtap Altan: Sayın Ural Posta Kutusundaki Mızıka ile dosta mektuplar salan yanımız; hayatın döşüne acıyı, inancı, aşkı, hakikati rapteylerken neye/kime/nasıl teslim olur? Edebiyat bu teslimiyetin hangi katmanında soluk bulur?

A. Ali Ural: Sözün sahibi kimse O’nun katında dinginleşir kalp. Edebiyatçılar Allah’la kurdukları bağ nispetinde büyük eserler verebilmişlerdir. Hakikati dışlayarak inşa edilen sanatın ömrü azdır. Hayatın ve ölümün neden yaratıldığını bilmeyen hayata ve ölüme dair ne söyleyecek!

Mehtap Altan: Sayın A. Ali Ural Hocam, söyleşi boyunca şu dizeniz döşümde bir yerlerde sancıdı durdu “ateşle buzun aynı tetiği çektiğini bilirsin…” ve dedim ki: İyi ki örtü var! İyi ki her şey apaçık ortada değil! İyi ki imgenin o kutlu duruşu öpüyor şiirlerin alnından. Söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz yeniden teşekkürlerimizle…

A. Ali Ural: Her şey zıddıyla kâim. Söz de örtünerek etkili kılıyor kendini. Hayali harekete geçirmeyen kelimeler ne kadar yalnız.

19-10-2016

Site Altbilgisi