Dil, kültür ve medeniyet havzasında insanlığın söz dizimine ev sahipliği yapan bir aynadır. Sözcükleri toplumsal göstergeler olarak ifade edersek, düşünceyi ifade eden hammaddenin dil olduğunu söyleyebiliriz. Düşünceyi ifade eden dil, aynı zamanda insanın düşünebilmesine zemin hazırlayan, düşünsel eylemin sonucunda edinilen tecrübeye biçim veren, bir süre sonra da insanın yargı ve hüküm sahibi olmasını sağlayan anlam düzeneğinin uzlaşımsal sembolleridir. Dili özgünleştirerek kendi üslubunu bulabilen yazar, okurun iç dünyasında yapacağı gezintide lokomotiflik görevinde bulunabildiği gibi, okurun ruhunu da dinlendirerek ilahi güzellikle birleşmesine öncülük eder. Edgar Allan Poe’ya göre insan ruhunun üç melekesi vardır. Bu üç melekeden zekâ, gerçeği (hakikati) arayan ve bulan melekedir. Yazarla birlikte çıkacağı yolculukta gerçeği arama ve bulma sorumluluğunu omzuna yüklenen okur, yazarla sadece iletişime geçmiş olmakla kalmaz, aynı zamanda pasif durumdayken aktif duruma, nesne konumundayken özne konumuna yükselerek lokomotifliğe geçmiş olur.
A. Ali Ural’ın Ejderha ve Kelebek adlı son kitabında, okura lokomotif koltuğunu ayıran bir yazarın anlatısıyla karşı karşıya kaldığımı fark ettim. Uzun süredir aramayı bile unuttuğu, kaybettiği şeyi arayan yazarla sık sık yer değiştirerek yaptığım bu içsel yolculuk, düş gücü ve akıl yürütme ile erişilebilecek manevi iklimleri yaşamama, kelime yağmurlarından anlam okyanusuna açılan sırları açığa çıkarmama vesile oldu. Kelebeğin kozasından çıkıp hakikat ateşinde yanacağı süre boyunca katre katre toplayacağı güzellikler anlam okyanusunda harmanlanıyor, serçenin ağacın dallarıyla sallanarak söylediği şarkı yağmur sesiyle karışıyor. Akıl atını çatlatarak öldürenlere deli deniyor, sözcüklerden kaçıp deliler gibi koşuşturanlara tebessüm ediliyor; hikâye içinde hikâyeye geçiliyor, rüya içinde rüya görülmeye başlanıyor. Ural’ın Kayıp Anahtar adlı hikâyesinde geçen “Karahisarî Besmele”sine yapılan atıf, tevhidi ve vahdaniyeti temsil ederek tüm kitabın ne için yazıldığını ifade ediyor aslında. Ural’a göre tek bir şartı var insanın kâinatın sırlarına ermesinin, eğer o şart eksikse bakış açısında, denizin üzerindeki köpük gibi kısa bir zaman sonrasında her şey dağılıyor. “Elif’in yoksa hiçbir şeyin yok!” diyen Ural, elif harfiyle metafizik dünyanı kapısını aralıyor, perde arkasına; resme değil ressama odaklanıyor. Lokomotif olacaklara şöyle sesleniyor Ural: “Fırtınaya karşı herkes penceresini kapar. Sen sonuna kadar aç kaptan!” (s. 60)
Her harfe kelimeler seçen, okumayı “İki kişilik bir yolculuktur okumak; yazan ve okuyan aynı teknede…” diye tanımlayan bir yazarın iç dünyasındayız. İnsanlık tarihinin mihenk taşlarından sırlı duraklarına, mitolojiden masala, milattan önceden Rönesans’a uzanan bir yolculuğa çıkıyoruz. Efsanelerden şiire, hadis külliyatından tefsirlere, Şark’tan Garb’a kültür ve medeniyet havzalarında birikerek demlenmiş ve insanlığın dimağında hoş sedalar bırakmış kelime ve kavramlara imgesel düşünceler yükleyerek yeniden anlam dünyamıza kazandıran bir yazarın estetik biçimleri zihnimizde somutlaştıran müşahhas hikâyeleriyle kozamızı örmeye başlıyoruz. Hemingway ile Sadi’nin, Thales ile Hz. Ali’nin, Mark Twain ile Chuang Tzu’nun, Ahmed Gazali ile İbn-i Hazm’ın, Concordialı Susana ile Dostoyevski’nin, Abdullah B. Mübarek ile Arkesilaos’un, Rousseau ile Niyazi Mısrî’nin bir arada bulunduğu tek kelimelik bir sözlüğün içerisindeyiz. Uzay ve zamanın ötesinde, duyularla değil kendiliğinden var olan ve yalnızca ruhen algılanabilen kâinat kitabının içerisinde yolculuk yapıyoruz.
Ural, sandıkta yarım kalmış masalların içerisinden kelimelere yeni anlamlar yüklerken, anlatının şiirle, hikâyeyle, düşünceyle de bağını kuruyor. Harfleri ayakta tutan bir harfe ihtiyacın olduğunu, Alfa’dan Omega’ya, Elif’ten Ye’ye, A’dan Z’ye bütün harflerin aynı ırmakta denize karıştığını, her şiirin bir salkım anahtar olduğunu fark ediyor okur. Açarken kilitleyen, kitlerken açan bir kapıyı aralamanın eşiğinde, Allah’ın yürüyen, konuşan, nefes alan kelimesini aranıyor. Çünkü Ural’a göre bu kelime bulunamazsa hiçbir şey, hiçbir mana tezahür etmiyor: “Bir kelime olmasaydı, hiçbir kelime olmayacaktı. Bir kelimeyi anlayabilsek, bütün kelimeleri anlayabilecektik. Bir kelimeye ihtiyacımız var!” Hakikatin her şeyi “bir”e çeviren yanıyla başlanılan yürüyüşlerin hakikate varacağını müjdeleyen kuşların ağzından baklayı çıkarıyor Ural, “Vicdandır her işin gizli şahidi.” (s. 153) diyerek vicdan kelimesinin kaybedilmemesi gerektiğini, vicdanın insanlıkla eşdeğerde olduğunun altını çiziyor.
Sessizliğin içerisinde var olan sesi arıyor Ural, balık sırtında Hemingway’in İhtiyar Balıkçısı ‘ndan Nuh’a uzanan bir yolculuğa katılıyor, beklemenin yasak olduğu yerlerde Godot’yu bekliyor, Bayezid-i Bistami’nin “Aramakla bulunmaz fakat bulanlar arayanlardır” düsturunca öldükten sonra sorulacak “Rabbin kim?” sorusuna kadar aramaktan hiç vazgeçmiyor. Öldükten sonra aklın heykelini dikenlerle savaşıyor, bir şairin çöle verdiğiyle aynasını sahraya tutuyor. Çöl eğer susuzluk ve ıssızlıksa eğer, delilerin arkasından sürüler halinde koşup taş atan çocukların kulalarına fısıldıyor: “Madem kelimeleri kaçırdınız, elinizdeki kementleri kargalara atın. Hem yeni kelimeler üretmekteki marifetinizi herkes biliyor. Öyle kelimeler uydurun ki bu sefer kaçamasınlar sözlüklerinizden. O cesareti kendilerinde bulamasınlar.” (s. 42)
Ural, alfabeden kopmuş bir harfin yalnızlığı misali geziyor kâinat kitabında. Okur, fayton binmiş kelime adasında yolculuğa çıkıyor. Her durakta kulağını anlamın ahengine dayayarak sessizliğin içerisinden gelen sesi; dağların, rüzgârın, yağmurun, ağaçların ve kuşların sesinden başka bir sesi dinlemeye çalışıyor. Tek kelimelik kamusta gezinirken “güneşi olmayanın gölgesi de yoktur” düsturunca güneşini arıyor yazarla birlikte okur, yılan nasıl ki deri değiştirmediğinde ölüyorsa, her an deri değiştirenlerin yaşayıp yaşamadıklarını sorguluyor. Yazar yer yer şairane cümlelerle ifade ediyor anlamın doruk noktasındaki hal-i pür melalini: “Milyonlarca dalga birdirbir oynuyor coşkuyla. Birbirinin sırtından aşarken köpükler saçarak yaklaşıyor bana. Eğilsem bütün okyanuslar tek tek atlayacak sırtımdan. Eğilmiyorum, ayakkabılarımın üstünde yosundan bir imza.” (s. 48)
“Bir karga kadar bile olamayan” ve “pek aceleci” davranan insanoğlunun aynı zamanda “eşref-i mahlûkat” oluşuna doğru giden yolda, marifet ve hikmet ehlinin sözlerine kulak veren, fıtrat saatini ters yönde işletebilmek için kadranın kuyusuna inen iblisten uzaklaşan bir yolculuk… Dünyanın tüm ırmaklarının söylediği şarkılara kulak vererek ilahi koroya katılmak; en güzel şarkıların kimsenin duymadığı şarkılar olduğunun farkına varmak… Bütün şarkıların tek bir şarkıya varacağını hissederek, bütün ırmakların Kevser ırmağına ulaşacağının bilincinde olmak… Uçtukça uçası gelen bir kuş gibi göğe süzülerek daha fazla uçmak için kanat toplamak, iki gözün görmek için yetmeyeceğini idrak etmek… Karıncanın varlık sancısının yokluk ateşini söndürme gayretiyle suyu omzunda taşıyarak getirmesini izlemek… A. Ali Ural “ol ve öl” emrinin sözlüğünü parmak uçlarının değdiği harflerle oluşturuyor; ağızdan çıkan her cümlenin resmini yapıyor Ejderha ve Kelebek ‘te. Eşyanın merkezine odaklanarak merkezden bildiriyor, düşünsel eylemi başlatan dil ile meleklerin seyrettiği yarışa katılıyor, nadir olmayan antika olan “ölüm”e sürüyor atını. Son nefesinde gönülden bir halet-, ruhiyeyle şöyle haykırıyor: “Allah’ım gitgide daha az anıyoruz ruhumuzda seni. Her harfe esir düştük sıra gelmiyor A’ya. Allah’ım, öyle zamanlar oldu ki, çekindik seni anmaktan kalabalıkta. Korktuk kaybetmekten mevkiimizi. Allah’ım, sana ne zaman bir karış yaklaşmak istesek çelme taktı nefesimiz. Allah’ım sana doğru yürümeye kalkıştığımızda bütün şeytanlar ayakta. Allah’ım sen yine de koş, bizi bırakma!” (s. 167)
Ejderha ve Kelebek, A. Ali Ural, Şule Yayınları
Dergâh Dergisi, Kasım 2010