ŞİİRDE İYİLİK VE KÖTÜLÜK ESTETİKLERİ
“İyilik estetiği” ve “kötülük estetiği”, her ikisinin de kendine göre bir sanat görüşü, her ikisinin de nitelikli-niteliksiz örnekleri var. Bu yüzden bir eser sırf iyiliği “anlatıyor” diye iyi, bir eser sırf kötülüğü anlatıyor diye kötü olmaz. Bu anlatımın nasıl yapıldığı konusu önemlidir. Eseri verirken ortaya konan ahlaki tutum eserle değil yazarla-şairle ilgilidir. Çünkü sanat eseri bir nesnedir, özne değildir; ahlak insan dışı bir varlık için -bir nesne için- ölçüt olamaz çünkü ahlak insanın meselesidir; ancak ortaya konan eserin yazarla olan bağı dolayısıyla ahlakiliği tartışılabilir, fakat burada da aslında tartışılan yine yazarının ahlakıdır.
Tolstoy bir sanat eserinin ahlaklı-iyi olması gerektiğini savunur, Wilde böyle bir şart aramaz. Fakat sonuç olarak Anna Karenina da iyi bir eserdir Dorian Gray’in Portresi de. Burada dediğimiz gibi sanatçının ahlaki yargıları, ortaya koyduğu sanat eserinin niteliğini belirlemez; fakat ahlaki yargıları onun eserini incelerken çözücü unsur olarak okura-muhataba yardımcı olmak bakımından kıymetlidir. Konumuz ahlak felsefesi olmadığı için asıl konumuza dönüyoruz şimdi, Kana Karışan’ a.
A. Ali Ural iyiliği seçmiş ve onun estetiğini benimsemiş. Bu ahlaki bir tavırdır. Bunu yaparken didaktik olmamış, vaaz vermemiş; “meleksi bir dil” olduğuna inandığı şiire bu inanca uygun bir bilinç ve estetikle yaklaşmış. Ortaya koyduğu şiirler de bu bilincin nitelikli ürünleri olmuş. Burada yaptığımız yalnızca Ali Ural şiiri okurken iyilik estetiği bağlamında okumanın şairin şiire ve sanata bakışıyla uygun olduğunu göstermek; nasıl ki Baudelaire okurken kötülük estetiği kavramı aklımızın bir köşesindeyse.
Evet, başlayalım. Kitabın adı Kana Karışan, beş şiir kitabından müteşekkil bir toplu şiirler kitabı; içinde şairin poetikasını da barındırıyor, şiirinin geçirdiği merhaleleri bir arada izleyebilmek açısından kolaylık sağlarken, poetikayla şiiri karşılaştırma imkânı da veriyor okuruna aynı zamanda.
Kitabın adındaki ilk kelime, “kan”, güçlü bir imge. Çağrışımları olumlu olumsuz sayfalarca sayılabilir. İlk olarak kanın anlamını sanırım şöyle tarif edebiliriz: Canlıların damarlarında gezinen “kırmızı renkli” hayat sıvısı. Kanın çağrışımları elbette “kan dökmek,” “kan ter akıtmak” gibi meşhur deyimlerin imlediği konulara kadar uzanıyor.
Fakat burada “kana karışmak” daha ziyade bir gıdanın, besinin ya da serum yoluyla verilen bir ilacın belki, kana karışmasına benzetilerek şiire insan ruhunun gıdalarından biri niteliğininatfedildiğini gösteriyor. Burada kana karışan zehir de olabilirdi fakat şiiri “meleksi bir dil”olarak gören şairin serumunda zehir olamaz. O şiiri bizzat bir iyilik olarak görür.
Şiir onun için yalnızca söylenip bitmez, sayfada, kayıtta kalmakla sonlanmaz; hayatına akseder, varlığına katılır. Buna göre insanın varlığına katılan bir şeyin kötü olmasını istememesi, iyi olmasını istemesi şair için son derece doğal ve sıhhatli bir düşüncedir.
Ancak örneğin W. Benjamin, Pasajlar’ ında faşizmin vardığı noktayı tanımlarken insanın“kendine yabancılaşması ona kendi yıkımını birinci sınıf bir estetik haz kaynağı niteliğiyle yaşatacak boyuta varmıştır” der. Buna ek olarak bizce “kötülük estetiği” de bu yabancılaşmanın bir sonucu olarak doğdu.
Baudelaire’i öncüsü ve en iyi örneği olarak sayılabileceğimiz bu akımda kötülüğün estetize edilmesinin kökünü, Yitirilen Cennet’ te arayabiliriz. Mephisto’nun (Şeytan’ın), Tanrı’ya (yani otoriteye) isyanının “bir demokrasi alegorisi” olarak okunması belki de kötülük estetiğinin çıktığı kaynaktır. O zaman kötülük estetiğinin ilk temsilcisi olarak bu eserin müellifi Milton’ı da sayabiliriz. Fakat elbette ki o bunu Baudelaire kadar “planlı ve bilinçli”yapmadı ama Baudelaire ve kötülük estetiği için bir arketip bıraktı, bilerek veya bilmeyerek şeytanı “otoriteye karşı çıkan bir kahraman” olarak kurgulamakla.
İki dünya savaşının ardından, putlaştırdığı akla da güvenemeyecek hâle gelen insanoğlunun yıkımından zevk almayı seçen bazı “estetler” kötülüğü bir “öcü” olmaktan çıkarıp bir “korkunç cici” yaptılar. Korkunun cazibesi ve karanlığın sağladığı gizlilik, “otoritenin haberi dışında eylemler yapabilme zevkini” tahayyül etme imkânını sağlıyordu. Bu yüzden bir kamera tarafsızlık ve gerçekliğiyle insanın da “karanlık” taraflarını yansıtmayı seçtiler. Her türlü çirkin tasvire yer verdiler, yeter ki o şeyi tasvir edişleri güzel olsun. Otopsi sahnelerini dahi insan anatomisini konu eden şiirlerde kullandılar, çirkinliğin estetiğiyle kötülüğün estetiği buralarda birleşti. Çünkü toplumda rağbet gören “güzellikti” ve güzeli belirleyen bir “otoriteydi”, karşı çıkılması gereken bir şeydi; burada kendisini “dışlanmış-azınlık” addeden kişiler çirkinliği lezzetle kucakladılar. Çirkinliğe, kötülüğe bir devrime sarılır gibi sarıldılar.
Yaptıkları anlaşılırdı. Avrupa’nın donuklaşmış “gerçekliği” içinde makuldü. Fakat felsefesi ürünleriyle birlikte yayılan modernite, bu kötülük estetiğini de birçok ürününün yanında dünyaya ihraç etmiş oldu. Henüz modernleşmenin temelinde yaşanan süreçlerden geçmeyen toplumlar yaşamadıkları krizlerin çözümleriyle karşılaştılar. İthal ettikleri şeyler çözümlerdiaslında ama henüz yaşamadıkları sorunların çözümleri. Geçirmedikleri hastalığın ilacını almış oldu böylece bu toplumlar ve hatta o ilaçlara bağımlı. Artık kendilerine sunulan ilaçları bekler oldular. Hür düşünce uyudu.
Yıllar geçti. Her şey geçtiği gibi kötülük estetiği de kuvvetli etkisini yitirdi. Fakat bir çizgi roman karakteri olan Joker’ in bir yeniden çekimi olan filmde bu kötülük estetiği dünyada yeniden konuşulur oldu. Bu filmde kötülüğün sebebi, insanı o kötülükleri yapmaya iten şey,yani toplumdu; toplum, yani soyut bir kavram; yani bir “fail belirsizleştirmesi” söz konusuydu. Bireyin eylemlerinin sorumluluğunu topluma atmasının bir nevi postmodern temsilini seyrettik bu filmde. Bu filmin uyandırdığı etki belki de niteliğinden daha büyüktü. Çünkü kötülük estetiği yıllar sonra halka -yalnız entelektüel kesime değil- açılıyordu. Tabii ki burada film kritiği yapmadığımız için yeniden konumuza dönmemiz gerekiyor. Edebiyattason yıllarda bu denli rüzgârı esen kötülük estetiği örneklerine rastlamasak da Baudelaire taklidi birçok şiirle, Poe’nun karanlık estetiğini çağrıştıran birçok korku ve distopya öyküsü-romanı örneğiyle karşılaştık.
Peki, iyilik estetiğinin örnekleri olarak kimleri sayabiliriz: Yunus Emre’yi, Kaygusuz Abdal’ı, Fuzulî’yi vd. klasik dönem şairlerimizin ve dahi diğer edebiyatlardaki klasik dönem şairlerin çoğunu. Çünkü “eskiden” iyi-güzel iç içe, bir, beraber algılanırdı. Sonradan bu algı parçalandı. Ölçütler çoğalmakla beraber o ölçütlerin geçerliliği azaldı; her şeyin tanımı bu yüzden zorlaştı. Fakat genel olarak iyilik estetiğini bu şekilde ifade edebiliriz. Şimdi de “önce şiiri sonra kılıcı” seçerek söz meydanına indiğini söyleyen şairin, Ali Ural’ın karşısına kötülük estetiğini koyuyoruz. Bu yazıda Kana Karışan’ ı bir iyilik estetiği örneği olarak okumaya çalışacağız.
KANA KARIŞAN İYİLİK
Ali Ural’ın bütün şiirlerini topladığı Kana Karışan, daha ismiyle şiirin tanımını yapıyor. Şiir demek ki kana karışan bir şey. İnsanın kanına karışıp damarlarında geziniyor ve onunla bir oluyor, onun vücûduna-varlığına karışıyor. Nitekim Ali Ural da bu konuda şöyle diyor: “Kılcal damarlara işleyen bir şey, bir iksir şiir” Şiirle meşgul olan insanın şiirleşmeye doğruyolculuğuna bir gönderme var belki bu isimde, Rilke’ ye?
Yine Ahmet Hâşim gibi şiiri “musıkî ile söz arasında, sözden ziyade musıkîye yakın” olarak benimseyen Ali Ural da şiiri “bir yüksek dil” olarak görüyor ve teorisini pratiğinde uyguluyor. Kana karışıyor şiir, insan o şiiri yalnız gözüyle okuyup aklıyla algılamıyor; o şiir okurun kanına karışıyor ve bütün vücûdunu-varlığını dolaşıyor ve artık o kişiye katılıyor. İnsanlar kanında şiirlerle dolaşıyor. İsmet Özel’in “Ey kanıma çakıllar karıştıran isyan” dizesini burada zikredebiliriz, çünkü Ural şiirinde de bir isyan var; zulme, kötülüğe, emperyalizme, kapitalizme isyan; önce şiiri sonra kılıcı seçen şairin kılıcı, damarlarında gürüldeyen şiirinisyanı…
Bir eseri yorumlarken önce o eseri ortaya koyan kişinin poetikasına bakmalı, öncelikle eseri yazanın ölçüt ve değerlerine göre yargılamalı, incelemeliyiz; iddiasıyla fiilinin uyuşma oranı bize eserin niteliği hakkında bir fikir verebilir, fakat bu yalnız ilk adımdır. Daha sonra alımlama estetiğinin son yıllarda sakince bütün kuramları yuttuğunu varsayarsak, kendi öznel okuma kriterlerimizle esere tekrar bakabiliriz. Fakat ben önce yazarın ortaya koyduğu eserle ne anlatmak-neye işaret etmek-neyi imlemek istediğini öğrenmek, sezmek isterim; bu bilgi benim için eseri değerlendirirken bir anahtar olur. Çünkü bir insana kulak vermek nasıl o insana kendisini insan gibi hissettirirse bir metne kulak vermek de o metni ciddiye aldığımızı gösterir, belki metin bile hisseder bunu. Şimdi bu safhada öncelikle şairin kendi şiiri hakkındaki sözlerine kulak verelim:
“Şiir kitaplarım arasındaki mesafe, iklim değişikliklerini de kaçınılmaz kılıyor. Nefes aynı nefes fakat sıcaklığı, soğukluğu ve şiddeti farklı. Ses nereye çarparsa oranın dokusunu da içine katan bir yankıyla geri geliyor. Körün Parmak Uçları’nda hayatın küskün tanığını dinlerken, Kuduz Aşısı’nda bu tanığın hırçınlaşarak hayata müdahale etmeye çalıştığını görüyoruz. Gizli Buzlanma tanığın anlaşılmaktan ümidini kesip yeniden susmasıdır, sessizliğiyle anlaşılmayı ümit ederek. Mara’ya gelince tanığın dilinin yeniden çözülmesi ve uzun bir süre suskun kalmanın coşkusuyla inletmesidir yeryüzünü. Son şiir kitabımız Kâğıda Sarılı Rüzgâr ise tanık olmayı reddedişi, meydana inişi şairin. Önce şiiri sonca kılıcı seçmiştir. Bir hilal uğrunadır her şey…”
Beş kitabının ondaki karşılığını biz okurları için bu şekilde dile getiriyor Ali Ural. Beş kitabının her biriyle ilgili çizdiği çerçeveleri, poetikasından alıntıladığımız bu paragrafta gördükten sonra; şimdi bu şiirlerin bizde çağrıştırdıklarına bakma sırası geldi. Fakat önce bu “çağrışım” kelimesinin şairdeki yerine de bir bakalım: “ “Çağrışım” kelimesinin şiirim için anahtar kelime olduğu söylenebilir. Bir orman yangınına benzetmişimdir şiirimi. Dallar yakın dalları tutuştururken an gelir sıçrayan kozalaklar uzak yerlerde yangın çıkartır.”
Şimdi her kitaptan alıntılayacağımız bazı şiirler ve bentler üzerinden bizde uyanan çağrışımları izleyeceğiz. Soyut bir yangının haritasını izlemek gibi olacak biraz, o ormanındaki yangının daldan dala atlaması gibi. Fakat şiire biraz daha yaklaşmış olacağız. Her bölümden bir şiir seçecek ve onlar üzerinden beş kitaba bakacağız. Evet başlıyoruz. Kana Karışan’ ın ilk bölümü olan Körün Parmak Uçları kitabında ilk dikkatimizi çeken şiir Bombiks Mori oldu. Bombiks Mori, yani ipek böceği. Bu Latince kullanım şiirin adına esrarlı ve “bilimsel” bir hava vermiş. Şiirde ipek imal edilirken ipek böceklerinin başına gelenler anlatılmış. O hayvancıkların acısını duyuyorsunuz şiiri okurken. O “acıdan güzellik çıkartan” insanı görüyorsunuz.
Burada “antropesen çağı” tanımlamalarına girmeyeceğim, bütün suçu insana, insanların bütününe yüklüyor değilim; çünkü insanlar arasındaki birtakım “ayrıcalıklı azınlığın” devasa global şirketleri, üretim ağları, her şeyi ürünleştirmeleri gibi gerçekler bir yanda dururken onların dünyaya, canlılara verdiği zarar bir hakikatken faturayı “sıradan” insanlara, halklarakesmenin basiretsizlik olduğu düşüncesindeyim… Ve ayrıca bu şiir, aynı zamanda Çorak Ülke’ nin bir yeniden yorumu olarak da okunabilir kanısındayım. Modernitenin hurafelerini tersyüz etmeyi başarabilen bir metin, o çoraklığı, insanın değerler hiyerarşisinin viran oluşunu, insanın kötü tarafının iyi tarafına galebe çaldığı çağlara girildiğini latif bir doğrulukla dile getirebildiği için:
“dört kat elbise değiştirdin bombiks mori
ne tığ gibiydin, ne tığın vardı
dokunmadan anlamak halis ipeği
dokununca herkes anlardı
fakat yalnızdın bombiks mori
âhın kararttı kozanı
keşke söyleseydiler
yaprağın ipek olacağını
tüccarlar, makaslar, kumaş topları
bıktın mı duttan
hint portakalı mı çekti canın
bombiks mori
kazanlar kaynarken yandı mı canın
bedestende kelebek bulutları
sana yasak bombiks mori
giyemezsin sen ipeği
sana yasak bombiks mori
halkalar arasında kara kurdele
makas kes hadi
kavrulan kelebeği”
Kuduz Aşısı’ndan Köpek Dili şiirini seçtik. Burada da iyilik estetiği derken kastettiğimiz şeyin bir örneğini görüyoruz. Yani sapla samanı ayırabilecek feraseti. Çünkü insan “yeryüzünün halifesidir” fakat bu, kendisini her şeyin “efendisi” yapmaz aksine sırtına ağır bir sorumluluk yükler; yaratılan her şeyin her varlığın hatta cansız sayılan taşın eşyanın,kısacası her nesnenin hakkını gözetme, onlara merhamet ve şefkat nazarıyla bakma, nezaket ve letafetle bütün bunları yerine getirme sorumluluğu. Fakat insanların çoğu bu “halifeliği” yanlış yorumlayarak dünyayı israf etti, kaynakları kuruttu, toprağı havayı suyu kirletti, yemeğe hastalık ilaca bağımlılık kattı; kendi cebini dolduracak bir kötülük çarkı kurdu yeryüzünde, her gelen kötü kişi bu çarkı çevirdi, daha da geliştirdi, hâlâ dönüyor kötülüğün çarkı.
Fakat bu gerçek, emanetinin farkında olup ona göre davranan insanların da var olduğugerçeğini göz ardı etme hakkını kimseye vermez. Sapla samanı ayırmak derken kast ettiğim bu. İnsan diğer varlıklardan kendinin bilincinde olmasıyla ayrılır. Bu bilinç ona sorumluluk yükler. Her şeyin parçalandığı bir çağda sorumluluk kavramından bahsetmek saçma dursa da yapacak bir şey yok. Bu çağda saçmanın estetiğini yaşamıyor muyuz, işte alın size bir saçmalık daha, sorumluluk kavramını yeniden hatırlamamız lazım, bunu teklif ediyorum.Şimdi Köpek Dili şiirinin son bentlerine gelin bütün bunların ışığında bakalım:
“…
İpek nerde kaynar sulara atılsa da bu çürümüş dil
kozasına ihanetten hüküm giymiştir
kürek çeker kadırgalarında gıybetin.
Uzuyor kulübesinden kaçan o pütürlü mor
uzuyor ayrık otu başaklar arasında
kırmızı serilse ya merdivenlere kadar
dilini halı yapıp üzerinde yürüyor.
Sallanıyor boşlukta tekmeleyince dilini
dilden bir urgan ucunda köhne gemi
yalpalıyor dalgalar içinde yalan
Yedi kere yumalı yedi kere şiiri”
Evet, işte iyilik estetiğinin iyi bir örneğini okuduk. “Yedi kere yumalı yedi kere şiiri” dizesinde belirginleşen o estetik tavırdan bunu anlayabiliriz.
Şimdi üçüncü kitaptan, Gizli Buzlanma’dan, bir şiire bakalım; Natural Rain Sounds, evet şimdi iyilik estetiğinin kuvvetli bir örneğiyle karşı karşıyayız. Çünkü bu vakte kadar değindiğimiz konuların altını şimdi yağmurdan bir kalem çizecek. Yağmuru dinler gibi dinleyeceğiz bu şiiri. Fakat o bahsettiğimiz “her şeyi ürünleştirenleri” aklımızın bir köşesinden çıkarmadan. Çünkü yağmuru “rahmet”siz okursak, o yağmur değildir; sadece baktığımız, mânâsından boşaltılmış çıplak bir sudur. İşte bu gibi ayrımların da farkında olarak okuyalım bu şiiri. “Yeri gökten soyutladığınız zaman merhametsiz bir dünyaya da evet demiş oluyorsunuz” diyen Ali Ural’ın dinlediği yağmuru dinleyelim:
“git bana yağmur sesi al
marketin rafında en alt katta
üstünde doğal yağmur sesi yazacak
natural rain sounds, okyanus da var
ocean yazıyor üstünde oooşın diye okunur
okumayı söken dalgalar vurmadan buzlu camlara
bir şey al üstüne çünkü üşütür
üstünde bir şey yazmayan yağmurlar
okyanusla yağmur arasından bağırıyorum
git bana çabuk duymazsan çölüm yanar
can çekişirken bataklığında sesler
uçak maskeleri gibi kulaklıklar art arda
düşüyor art arda yağmur taneleri gibi
gibiyle benzetmelerden hoşlanmam
hoşlanmam kurcalamasın kimse
cd oyuncusunun çekmecesini
eller yukarı su tabancasıyla yukarı eller
boşalt kasayı kaç ırmak çaldığını biliyoruz
aç ve kitle ağır ağır yağmur sesine kendini
sağnak dinene kadar çıkma odandan
bir yağmur sesine kitlenen herkes gibi
gibiyle benzetmelerden hoşlanmam
dindikçe yağmur play tuşuna bas ne korkunç oyun
dindikçe ağrın play tuşuna bas ve üfle ağrına
üfler gibi bir yüzle alev almayan
bir koşu git bitmeden yağmur sesi
marketin müzik rafı tutuşmadan bir koşu
bak söylemedi deme uzun bir kuyruk var önünde
bu yağmur sesi yetmeyecek kimseye”
Şimdi sıra Mara ve Öteki Şiirler’de. Seçtiğimiz şiir elbette Mara. Okunması zor bir şiir, tek başına ayrı bir yazı konusu olabilecek hacim ve nitelikte. Fakat şimdi biz iyilik estetiği bağlamında bazı alıntılar yaparak metne yaklaşmaya çalışacağız. “Mara” bir çellonun adı, uzun bir hikâyesi var bu çellonun, meraklısı araştırabilir; bizim konumuz Ali Ural’ın Mara’sı. Sesi insan sesine en çok benzeyen enstrüman olduğu için çelloyu, özel bir hikâyesi olduğu için de bu çelloyu, Mara’yı seçmiş Ali Ural. Sesi insana benzeyen bu çalgının sesinde insanı, kâinatı, varoluşu seyrediyor seyrettiriyor bize bu şiir; mikrokosmos-makrokoskos ilişkisi veya eskilerin tabiriyle cüz-küll ilişkisinin çerçevelediği bir bakışla okunursa bu şiir ancak anlamını sezdirir görüşündeyim. Hatta belki de Mara modern bir dolabnâme örneği olarak daokunabilir… Alıntı yapması zor bir şiir çünkü baştan sona iyi dizelerle örülü, şiirin bütününü alsak bu yazı uzar gider. O yüzden şimdi bu toplu kitaba ad olan “kana karışan” imgesinin önceden bu ismin bir habercisi gibi geçtiği bir bendi alıntılayacağız. O bende söylediğimiz küll-cüz ilişkisi ve iyilik estetiği bakımından bakabiliriz:
“kana karışacaktı insan kanına kalabalık bir dünya istiyordu rüzgârlı
karışıp da kendi kalmak ne dönsün istiyordu görkemli kanatlarla
ne kadar korkarsa korksun kâğıtlar alevler saçan tüyden eceliydi şiir
bir güneş parçasıydı fakat ne kadar uzun sürdü dünya olması soğuyarak
kesik parmaklı kar eldivenleriyle yaklaşıyor yüzüne başlayabilir tipi
uzaklaşsa da saklayacaktı sandığında dönmeden yok bir parça hayat
kopmasaydı Alplerin omuzlarından kopmazdı tellerinde fırtına
sarsmazdı tanıkları omuzlarından duruşma salonlarında soluksuz
kimin sırtında buz tuttu hırka kimin ayaklarında ilmek ilmek taş
söyleyin kimdi tren garında paltosunun yakasına sımsıcak ilişen”
Ve Kâğıda Sarılı Rüzgâr’dan seçtiğimiz şiir Usta…“Anâsır-ı Erbaa-dört unsur” imgesi son kitaba hâkim gibi, özellikle Usta şiiri bunun en belirgin örneği. Sadeleşe sadeleşe, şiiri sözü damıta damıta varlığın dört elementine kadar iniyor şair; Umberto Eco’ nun dediği gibi “ah o kutsal basitlik!”, bir işte ustalaşanlar “işte” bunu arar!
Tabii buradaki “varlık duyuşunu” illa ki bu dört unsur üzerinden okumamız da gerekmez, belki daha tasavvufi bir açıdan bakıp varlığın birliği fikrini de aklımıza getirebiliriz burada. Bütün bunların yanında iyilik estetiğinin bir örneğidir bizce Usta’:
“ağaçta çamurda deride izler; mermerde bakırda ve kelimede
harlanıp harlanıp kaybolan ateş; hamurda ağaçta ve cevherde
demiri öğretirler adama, demire su içirmeyi, sen kılıcı seç
usta diyecekler inanma her usta yüz çerağ taşır göğsünde
bir müzik kutusu değil hafıza aynı balerini döndürüp duran
piyanosuz evde parmaklarını çıtlatırken kudursun şömine
devran ona derler ki nasibini arayana doğru meyleder bulutu
yüzük taşında eğleşir kıvılcım sıçramak için çırağın gözlerinde
nefs ilmidir kolay anlatılmaz marazı benin cehennem işareti
eşya hükmüne râm olur kim örsünde sırlanır şekilden şekle
seması yarım dönerken ah edenin pusulası bin yöne dağılır
kalem ağaca, fırça at kuyruğuna döner, makas demir madenine
usanmaz kesmekten saçlarını parmaklarıyla, makaslarda yas
oltayla tutulmaz bir balıktır fener, batıp çıkan suların zifirinde
tespih piri olsaydı inci avına çıkardı sedeften kayığıyla pes
gülsün diye istiridyeler arkasından bakıp inciden dişleriyle
ham ervah anlamaz hüner nereden doğduğunda kopar kıyamet
sahibinden ayrı sanat bir sanrı olarak kalır, atını terk ettiğinde”
“Kötülük estetiği” kavramlandırmasının karşısına “iyilik estetiği” kavramını koyduk ve Ali Ural şiirinin iyilik estetiğinin bir örneği olduğu fikrini örnekleriyle göstermeye çalıştık. Kötücüllükle yüklenmiş kelimelerde imge onarımına giderek onlara yeni bir gözle bakılmasını sağlaması ve hatta onları kötülüğün daldasından iyiliğin bahçesine çekmesiyle estetik tavrının iyilikten yana olduğunu göstermesine baktık. Güncel olaylar veya şairin kendi gönül gündemindeki olaylara değinirken şiir değerinin kaybedilmediğini aksine “güncelin yeniden güncelleşmesiyle şiirleştiğinin” örneklerini gördük.
Poetikayı “değişmeyen dikkatler” olarak tanımlayan Ural’ın Kana Karışan’ ın sonundaki poetikasını okumak gerek bu kitaba daha iyi nüfuz edebilmek için. Şiiri balık tutmakta değil, “balığın sıçramasında” bulan şairin kâr telakkisiyle “günümüz insanının” kâr telakkisi arasındaki müthiş zıtlık üzerine de düşünmek lazım.
“Şiir her şeyden önce insani olmalı” diyen Ali Ural’ın şiirini okurken bunu hissettik, insaniliği, insanlığı, yani iyiliğin estetiğini. Son olarak yine bu kitabın poetika kısmından bir alıntıyla bitirelim:
“Şair kendine söyler, kulak misafirlerine karışmaz”
Karabatak 68. sayı – Ahmet Akarsu