Şiir Yaşanılanı Güncellediğinde Şiir Oluyor – Röportaj: Eray Sarıçam

A.Ali Ural:  Şiir Yaşanılanı Güncellediğinde Şiir Oluyor

Kâğıda Sarılı Rüzgâr… Geçici gibi gözüken fakat her zaman var olan “rüzgâr” kelimesiyle isimlendirmişsiniz kitabınızı. Büyük binalar arasındaki rüzgâr hâlâ şiire ait mi?

Yalnız rüzgârlar değil büyük binalar da şiire dahil. “Gizli Buzlanma”daki bir şiirimin ilk mısraı: “acemi şairim gökdelenin elli ikinci katında göğe bakmak zor gelir”. Şiir sahip olduklarımızdan çok mahrum olduklarımızdan doğuyor. Betona rağmen baharın coşkusunu duyabiliyorsanız bu gerilim şiirinizin enerjisi olabilir. Tolstoy’un Diriliş romanının giriş cümlesini hatırlayalım: “Yüz binlerce insan avuç içi kadar bir yere toplanıp üst üste yaşadıkları toprak parçasını çirkinleştirmek için var güçleriyle çalışmış olsalar; üzerlerinde hiçbir şey yetişmesin diye her yanına taş dikmiş, filizlenen her otu kökünden koparmış, havayı, taş kömürü, petrol yakarak ellerinden geldiğince kirletmiş, çevredeki tüm ağaçları kesmiş, tüm hayvanları, kuşları uzaklaştırmış olsalar bile gene de ilkbahar ilkbahardı…” 

Rüzgâra kimlik kazandıran onun nereden koptuğudur ve hangi değirmenin kanatlarını çevirdiği. Belki de kâğıda sarılmış rüzgârdan başka bir şey değildir şiir, ele avuca gelmeyen.

İsmet Özel’in “Hiç: Şiir” demesi boşuna değil. Hat istiflerinde üç kere hatırlatır kendini varlık: “Hiç, hiç, hiç.” Nitekim “Üç Kere Dokuz Yirmi Yedi” şiirimde “her şey izin istiyor üç kere vurarak gergin göğsüne,” diye bir mısra var. Varlığın kapısı, yokluğun parmaklarıyla çalınıyor.

İdeoloji üzerinden taraflara ayrılan Türk şiiri, bugün daha çok güncel olanla / güncele rağmen yazılan metinlerin ayrışması üzerinden kamplaşıyor. Tarçın, balık, bulut gibi kullandığınız kelimeleri düşünürsek… Güncele nasıl bakıyorsunuz?

Şiir güncel olanı güncellediğinde şiir oluyor. Şiirin de bir günü var çünkü. Şiir günü yirmi dört saat değil bütün hayatı kapsıyor. Aslında bir şiir günü yaşayıp ölüyoruz. Hayat içindeki her şey bu bir şiir günü içinde yeni anlamlar ve çağrışımlar kazanıyor. Cansever, “Masa da Masaymış Ha!” diyerek masayı güncelledi. Artık masaların üzerine yalnız somut şeyler değil çıkrık sesi ve sonsuzluk da konulabiliyor. Bu şiir yazılmadan önceki masalarla bu şiir yazıldıktan sonraki masalar aynı değil. Tarancı, “Gün Eksilmesin Penceremden,” diyerek pencereyi bir ışık ve bakış menfezi olmaktan çıkarıp bir hayat eşiğine çevirdi. Bu şiirden sonraki pencereler başka pencerelerdir artık.  Necip Fazıl, “Kaldırımlar”ı güncellediğinden beri daha dikkatli adımlar atıyoruz taşların üzerinde. “Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum,” diyerek taşı anneye dönüştürdü çünkü. Attila İlhan, “Galiba Ölüyorum,” şiirinde ölümü “karanlık bir tren sonra ansızın kalktı” diyerek güncellediğinde ölüm de tren de yeni kimlikler kazandı: Şiir kimliği. Güncellik, madeni işlemeden ham haliyle kâğıda taşımaksa böyle bir güncellikten şiir asla kârlı çıkamaz. 

Şiire başladığınız dönemden bugüne dünyada birtakım kırılmalar yaşandı. Şiire veya Türkçeye yaklaşımınızda bu kırılmalar etkili oldu mu? A. Ali Ural’ın ilk kitabından son kitabına değişmeyeni değil de değişeni sorsak…

Dünya ne kadar değişse de insan değişmiyor. Habil de Kabil de yeni elbiseleriyle farklı coğrafyalarda nefes almaya devam ediyor. Büyük deprem Kabil, Habil’i öldürdüğünde gerçekleşti. Ondan sonraki bütün kırılmalar o büyük kırılmanın artçılarıdır. Fakat insan değişmese de kendini ifade etme biçimi değişiyor. Dünyaya her an başka bir gözle bakabiliyor çünkü. Şiir kitaplarım arasındaki mesafe, iklim değişikliklerini de kaçınılmaz kılıyor. Nefes aynı nefes fakat sıcaklığı, soğukluğu ve şiddeti farklı. Ses nereye çarparsa oranın dokusunu da içine katan bir yankıyla geri geliyor. Körün Parmak Uçlarında hayatın küskün tanığını dinlerken, Kuduz Aşısı’nda bu tanığın hırçınlaşarak hayata müdahale etmeye çalıştığını görüyoruz. Gizli Buzlanma tanığın anlaşılmaktan ümidini kesip yeniden susmasıdır, sessizliğiyle anlaşılmayı ümit ederek. Mara’ya gelince tanığın dilinin yeniden çözülmesi ve uzun bir süre suskun kalmanın coşkusuyla inletmesidir yeryüzünü. Son şiir kitabımız Kâğıda Sarılı Rüzgâr ise tanık olmayı reddedişi, meydana inişidir şairin. Artık kılıcı seçmiştir. 

Birçok şaire ve şiire atıflar ve ithaflar var Kâğıda Sarılı Rüzgâr’da. Bu da şiirinizi daha katmanlı bir hale getiriyor. Öykü ya da romanda bu sıkça başvurulan bir yöntem. Peki bu tür metinlerarası ilişkilerin sizin şiirinize ya da genel olarak Türk şiirine ne gibi katkı ve etkileri vardır?

Kaynaklarından koparılmış modern Türk edebiyatının bu kopukluğu hatırlatacak ya da tamir etmeye çalışacak şifalı metinlere ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Şair ya da yazar kendi metnini bir başka metinle mayalayabileceği gibi alıntılar ve ithaflarla belli metinlere dikkati çekmek istiyor olabilir. Geleneğin metafizik yapısı içerisinde kendi metniyle o metinler arasındaki görünmez bağları bir an için görünür kılmanın belki de hayati bir değeri vardır. Yanıp sönen bu ışıklar bir deniz feneri gibi yol gösterebilir edebiyat gemilerimize. Ait oldukları ancak uzaklaştırıldıkları kıyıları hatırlayabilir hatta fırtınalı havalarda o koylara sığınmayı bir imkân olarak değerlendirebilirler. Tanzimat’la beraber Türk şiiri ışığını aldığı ilâhî pencereyi kapatmaya çalıştı. Bu teşebbüs nihai olarak hedefini gerçekleştiremese de zamanla durum vahim bir hal aldı ve Yaşar Nabi şu cümleleri kurabildi: “Edebiyatımız, eski edebiyat ananemizle rabıtasını kökünden kesmiş bulunuyor. Yeni edebiyatımıza bir kök ararsak, bunun için garba teveccüh etmek mecburiyetindeyiz.” Dünyevi pencerelerin ışığı göz alıcı olsa da çiğdi. Kaynağını kutsal bilgiden alan edebiyat yerini kaynağını nefisten alan edebiyata bırakalı beri kan kaybediyor mısralarımız. Bir Türk şairi olarak şiirimizin irtifasını yükseltecek kadim kaynakları hatırlamakla mükellef olduğumuzu düşünüyorum. Sağlıklı başaklar için yerli tohumlara ihtiyaç var. 

Bir öykünüzde, “insan kendi kendini dinlememek için kaçıyor,” diyordunuz. Bunun dışında da pek çok kez kaçış imgesini görüyoruz şiir ve yazılarınızda. Fakat bu kitapta kaçış yerini hücuma bırakmış durumda.  Öyle ki “her Türk asker doğar,” gibi ifadeler bile var. Gerçi önceki kitabınızda da 15 Temmuz’a şiirler vardı ama A. Ali Ural’ın belki de ilk kez bu kadar çok ve “açık” siyasi şiirler yazdığını gördük. Geçen zamanda buraya varmanızda neler etkili oldu? Yahut A. Ali Ural’ın siyasi şiirden anladığı, murat ettiği nedir? 

Yangın Merdiveni adlı öykü kitabımın alt başlığı “Kaçış Hikâyeleri”ydi evet. Fakat kitabın ilk öyküsü “Matador” kaçmaktan çok hücumun hikâyesidir. “Mezuniyet Töreni” adlı öykümde de aynı ruhu yakalayabilirsiniz. İkinci şiir kitabım “Kuduz Aşısı”yla başlar aslında hücum. “Cehennem Marka Palto”, “Diktatörler ve Çocuklar” ve “Köpek Dili” gibi şiirler hücumu belirginleştiren metinlerdir. “Gizli Buzlanma” daki “Saat Satan Zenciler”i de bu şiirler arasında değerlendirebiliriz. “Mara ve Öteki Şiirler” hücumun biraz daha yoğunlaştığı bir şiir kitabı. Farklı keskinlikte parlıyor kılıç. “Gece Merdiveni”, “Bitpazarında Anka”, “Terbiyeci Kaplumbağa”, “Bir Ağıdı Şarkı Sanıp Oynamak”, “Halep Oradaysa”, “Kara Tahta Beyaz Tebeşir” ve “Köprü” böyle şiirler. Gelelim “Kâğıda Sarılı Rüzgâr”a. Bu kitaptaki hücumun, diğer şiir kitaplarımdan farklı olarak daha açık olduğuna dair tespitinize katılıyorum. Özellikle “Sen Kılıcı Seç” ve “Sen Hilali Seç” bölümlerindeki şiirler iki bölük gibi çarpışmaya hazır. Akif, “Gül devrinde gelseydim bülbül olurdum,” diyordu. Dünya yine gül devrinde değil. Her taraf kan ve barut kokuyor. Emperyalizmin sırtlanları yine mağaralarından çıktılar. Şairlerin milletlerinin sözcüsü olarak söylenmesi gerekeni, imgeyi seyrelterek daha açık ifade etmeleri gerekiyor. Elbette bu sözü slogan seviyesine düşürmek anlamına gelmiyor. Yunus Emre’nin açıklığını nasip etsin rabbim bize. Gökyüzü berraklığıyla, gökyüzü medeniyetinin siperinde şiirler yazalım. 

Hocam, Hacı Bektaş’tan Mehmet Akif’e ve Millilik ile Evrenselliğe kadar pek çok dosya konusu oldu Karabatak’ta. Bunlarda hep milliği savundu Karabatak. Peki, son zamanlarda epey gündem olan Türk şiiri/edebiyatı-Türkçe şiir/edebiyat tartışmaları konusunda siz neler dersiniz, nereden çıktı bu tartışmalar ve nereye varabilir? 

Kültür emperyalizmi şimdi de kimliğimize göz dikti. Türk şairi diyemezmişiz kendimize, Türkçe yazan şair diyecekmişiz. İngiliz edebiyatı, Alman edebiyatı, Fransız edebiyatı, Rus edebiyatı var ama Türk edebiyatı yok öyle mi! Ukraynalı Gogol, Rus edebiyatının, İrlandalı Joyce ve Polonyalı Conrad İngiliz edebiyatının, Rus asıllı Nabokov Amerikan edebiyatının yazarları oluyor da bu toprakların yazarları neden Türk edebiyatının değil Türkçe edebiyatın yazarları oluyor bunu anlamak mümkün değil. Belli ki ortada en azından bir aymazlık var. Ya da Türk edebiyatına bilinçli bir saldırı söz konusu. Edebiyat zemininde bir araya gelemezsek nerede bir araya geleceğiz! Ayrıştırmanın yeni bir yolu bu. Mankurtluğun yeni bir hamlesi. Bu konu yirmi beş yıl önce de gündeme gelmişti. Başaramadılar. Bu toprakların yazar ve şairleri duruşundan taviz vermedi. Kim ne derse desin Türk şair ve yazarlarıyız biz. Verdiğimiz eserler de Türk edebiyatının eserleri. 

1997’den bugüne dergiler yayımladınız. Bu anlamıyla dergicilik deyince en tecrübeli isimlerdensiniz. Bugün de sık sık yeni dergi formları, e-dergiler tartışma konusu oluyor. Hem 20 küsur yıllık geçmişi hem de bugünkü tartışmaları göz önünde bulundurunca, dergi ve dergicilik sizin için şiire ve edebiyata dair nasıl bir hareket noktası oluşturmaktadır?

Dergiler, düşünce dünyamızın seçkin adalarıdır. İnsana ait değerler burada korunur ve zenginleştirilir. Fikir ve sanatın kök saldığı bu özge iklimler, avamın kıyısından uzak olmakla beraber genel atmosferi etkileme gücüne sahiptir. Seçkin zihinlerin bir araya gelmesiyle büyük bir sinerji ortaya çıkmaktadır. Merdiven Sanat, Kitap Haber, Merdiven Şiir ve Karabatak adaları, yeni ve hür nefesler armağan etmiştir Türk edebiyatına. Dergilerin kâğıda basılsa da basılmasa da meşakkatli bir sürecin meyveleri olduğunu düşünüyor, bu alanda çaba gösteren bütün kalemlere saygı duyuyorum. Edebiyat kamusunu dergiler oluşturuyor. Önemli olan bir derginin kaç sayı çıktığı veya hangi usulle çoğaltıldığı değil neyi meydana getirdiğidir. Düşünce ve sanat hayatımızın o dergiden kazancı ne olmuştur. Öte yandan, dergileri şiir kitaplarının oluşumunu sağlayan edebiyat kozaları olarak düşünebiliriz. Şiir kitapları bu kozaların içinde ağır ağır olgunlaşır. Sanat bir seçme edimidir. Dergide yayınlanacak metinlerin seçimi ve sunumu kültürel bir birikimi yansıtır. Sanat zevki ve düşünce derinliği dergilerde kendini gösterir. 

( Cins,Mayıs 2022, Sayı 80)

Site Altbilgisi