1- Köksüz edebiyat olmaz. Makyaj Yapan Ölüler’i “Ağaçlarıma yani anne ve babama” diye ithaf etmiş bir şair olarak A. Ali Ural, nasıl bir gölgelikte büyümüştür?
Ağaçların gölgesi olduğu gibi kitapların da gölgesi olur. Ben babamın kitaplarının gölgesinde büyüdüm. Yazın serin, kışın sıcaktı. Elinde renk renk ispirtolu kalem, biliyorum benim için çizerdi satırların altlarını. Bıraktığı yerden aldığımda kitapları elime, baba gözü değmiş satırlarla yüzleşirdim. Bazı satırların yanına koyduğu soru işaretleri hâlâ cevabını bekliyor. Kuşlar içsin diye üzeri açık bırakılan su kapları gibiydi hem o kitaplar. Ruhuma birkaç damla duru su sıçramışsa bundan. Annem de okurdu. Daha çok romanlar. Monte Kristo’yu gördüğümü hatırlıyorum elinde. Hacimli, büyük ebat basılmış bir nüshaydı. Yıllar sonra bir sahaf dost o baskıyı temin etti bana da yaşlı anneme hediye ettim. Yüzüne tatlı bir gölge düştü kitabı görünce. Büyüdüğüm gölgelikten kopmuş tatlı bir gölge.
2- Annem hamurkârımdır, beni o yoğurdu, diyorsunuz Bostancı Bahane’de. Anne merhametinin kelimelerinize sirayeti nasıl oldu sizce?
Merhamet insan olsaydı annem olurdu. Elinde terlik görmedim annemin çocukken. Bir kez olsun sesini yükseltmedi bana. Yalnız çocuklarına değil, herkese karşı böyleydi. Babaannem yanımızda kalırdı, bir kez tartıştıklarını hatırlamıyorum. Ana dili diye boşuna söylenmemiş. Kelimelerimde bir sıcaklık varsa oradandır.
3- Büyük dedeniz Âşık Zülalî, Tanpınar’ın On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nde adı geçen bir halk şairi. Şiire yönelişinizde ailenin tesiri oldu mu, sanatın genetik bir kod aktarımı var mı?
Büyük dedem Âşık Zülalî’ye bade içirilmiş rüyasında ve şair olmuş. O badeden kanıma bir damla karıştı mı bilmiyorum. Ben kandan ziyade çalışmaya inanırım sanatta. Yelkene hâkim değilsen rüzgar ne yapsın. Kaldı ki rüzgâr da çalışmadan doğuyor. Körüğü elsiz bırak bakalım toz kaldırabiliyor mu?
4- “Eller silah değil kalem tutmalı,” sloganı attırmış bir liseli fotoğrafı var hayat albümünüzde. 1980 öncesinin anaforundan siz ve içinde bulunduğunuz jenerasyon nasıl etkilendi?
Aynı kızı seven liseli âşıklar gibiydik o yıllarda, kavgalar içinde tanıyamadık birbirimizi. Kutuplaştık sanıyorduk, kutuplaştırıldığımızın farkında değildik. Zıtlıkların düşünce zemininden çatışma zeminine kaymasıyla beraber büyük bir insanlık erozyonu yaşandı. Çok şey kaybetti ülkemiz. Bu kayıpların en büyüğü, aynı ülkenin çocukları arasındaki sevgisizliktir. Ankara Atatürk Lisesi’nin bahçesinde “Eller silah değil kalem tutmalı!” sloganı attırırken yaşıtlarıma, en azından edebiyat zemininde buluşabileceğimizi düşünüyordum. Şiirde, hikâyede, romanda kurulacak yakınlık bizi millet yapacak yakınlık olabilir. Uçurumları belki de bu merhemle iyileştireceğiz.
5- 80’li yılların başlarında, bavulunda Refik Halit’in Gurbet Hikâyeleri’yle yurt dışında bir öğrencidir A. Ali Ural. Bize, gurbetin resimde görünmeyen ayrıntılarından bahseder misiniz?
Ayakları kendi topraklarına basmanın ne büyük bir nimet olduğunu ancak bundan mahrum kalanlar bilir. “Sen ülkende yaşıyorsun bilmezsin / Suyun soğukluğunu, lezzetini ekmeğin,” mısralarının işaret ettiği yıllarda Arabistan’da bir üniversite öğrencisiydim. Gidiş sebebim açısından bir benzerlik bulunmasa da çölün ve gurbetin ağır, sıcak gölgesini taşımış olmak bakımından Refik Halit’le kardeş hissetmişimdir kendimi. Eskici hikâyesinin eskicisi oysa Hasan’ı bendim. Bir bayram namazı sonrası sağıma soluma bakınıp tanıdık bir kimse göremediğimde, bayramın kendi dilini konuşan insanlara sarılmak olduğunu düşünmüş, “Bayram namazından sonra sarılacağı kimse / Kimse çıksın ortaya!” diye dövmüştüm kıyılarımı.
6– Genellikle şair ve yazar olarak biliniyorsunuz ama sizin bir de çevirmenliğiniz var. İmam Şafii’nin Divanı’nı tercüme ettiniz. Bu çalışmanın temeli de Arabistan yıllarınıza dayanıyor. Bir mezhep imamının şairliğini nasıl okumalıyız?
Bir mezhep imamı olabilir İmam Şafii, fakat “insan”lık vasfını “çığır açıcı”lık vasfından daha önde değerlendirmek gerekir. Alimlerin şiirleri hakkındaki araştırmalar, onların sosyal hayatları, çevreleri ve kişilikleriyle ilgili ipuçları vererek, ilmi kimliklerinin arkasındaki “insan”ı ortaya çıkarabilir. İmam Şafii’nin şiirleriyle ölümünden 1120 sene sonra karşılaşmak bu yüzden heyecanlandırdı beni. Arkasında milyonlarca izleyeni bulunan bir mezhep imamının hayata bakışını bu şiirlerden daha iyi ne gösterebilirdi. Dostluğa, aşka, sevgiye, erdeme, insana, dine, ahlaka, ilme ve siyasete dair iki yüzü aşkın şiiri Türkçe’ye çevirirken bir mezhep imamından çok erdemli ve onurlu bir insan gördüm karşımda.
7- Yine Arabistan yıllarının içinize tohumunu attığı, yıllar süren titiz çalışmalarınızdan biri de Peygamberin Aynaları. Bu kitapta, Asr-ı Saadet toplumunu insani yönleriyle karşımıza çıkarıyorsunuz. Buradan hareketle soruyorum mukaddesatımızla sanatsal irtibatı nasıl kurmalıyız?
İlk şiiri meleklerin söylediğine dair bir rivayet var. Bir başka rivayete göre ise ilk şiiri Kabil Habil’i öldürdüğünde Hz. Âdem söylemiş. Diğer bir rivayet Hz. Âdem’in ilk şiiri söyleme zamanının cennetten dünyaya düşüşünün akabinde olduğunu bildiriyor. Yani edebiyatın kutsalla ilişkisi ezelden ebede uzanmakta. Bu bağlamda “Allah güzeldir, güzelliği sever,” hadisini meşru sanata bir çağrı olarak algılamak mümkündür. Nitekim Kur’an’da da dünya nimetleri yalnız iyi ve yararlı olarak nitelenmemekte, onların güzelliğine vurgu yapılmaktadır. Peygamberin Aynaları adlı kitabımda kutsalı dilin ve kurgunun imkânlarından yararlanarak edebiyat alanına taşımaya çalıştım. Sahih kaynakların rehberliğinde yaptım bunu, yanlış algılara kapı açmadan.
8- “Ruhta ve hayatta olup bitene kayıtsız kalamayışın bir sonucudur yazmak” diyorsunuz. “Suni Teneffüs” veya tercih ettiğiniz başka bir eseriniz üzerinden izah edilecek olursa, sanatçı kayıtsız kalamaz da ne yapar?
Exupery, Savaş Pilotu’nda, “ Tanık durumu beni hep tiksindirmiştir. Olaya katılamazsam ben neyim ki! Var olmak için katılmaya ihtiyacım var,” diyor. Onun bir “tanık” değil, bir “iş gören” olarak kabul etmek istediği insan, bizim inancımızda hem bir “tanık” hem bir “iş gören”dir.
“Sizden biri bir kötülük gördüğünde eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin…” diyor Hz. Peygamber. Burada bir görme yani tanıklık vakası vardır. Ancak gören tanıklıktan iş görmeye, kötülüğü engellemeye çağrılmaktadır. Buna bedensel olarak gücü yetmeyenlerden istenen ise diliyle karşı çıkmaktır haksızlığa. Diliyle müdahale etmenin en üst seviyesi ise edebiyattır. Sanatçı kayıtsız kalamaz ve yazar. “Halep Oradaysa” kendisi nerededir bunu gösterir.
9- Yangın Merdiveni/Kaçış Hikâyeleri’nin yazarı bir söyleşide, insan kendi kendini dinlememek için kaçıyor, diyor. Yazan aynı zamanda kaçmaktan vazgeçen midir?
İnsan en zor kendisini dinliyor. Çünkü ömür boyu kendisiyle buluşmamak için herkese ve her şeye randevu veriyor. Yazmak yüzleşmenin bir yolu olabileceği gibi kaçmanın yollarından da olabilir. Sanat dünya içinde yeni bir dünya inşa ediyorsa yaşanılan dünya, kaçılacak bir dünyadır.
10- Biraz şiirden devam etmek istiyorum müsaade ederseniz. “Edebiyat karın doyurmaz” diyenlere verdiğiniz zarif bir cevabınız var: “Şiir insanı cennete bile sokar.” Yine bir kitabınızda şair sınırdadır, diyorsunuz. Şuara suresi ve Asr-ı Saadet bağlamında şairin bulunduğu sınırı izah eder misiniz?
“Had”din kelime anlamı sınırdır Arapça’da. Şuara suresi şiire engel koymuyor, haddini bilen şairlerle haddini bilmeyen şairleri birbirinden ayırıyor yalnızca. İslam’dan önce şiiri baş tacı eden bir toplumun İslam’dan sonra Kur’ân’ı inkâr edebilmek için onun şiir olduğunu söylemesi, üzerinde durulmayı hak eden psikolojik bir olgudur. Hz. Peygamber’in kendisini mısralarıyla savunan şair Hassan b. Sabit’i cennetle müjdelemekle kalmayıp ona mescidinde bir şiir kürsüsü tahsis etmesi ise sözün değerini göstermektedir İslam’da. Peygamber’in Şairleri adı verilen bir şair topluluğunun varlığı ise şairlerin hakikat habercileri olduğunun en güzel kanıtıdır.
11- Dört şiir kitabınız var: Kuduz Aşısı, Körün Parmak Uçları, Gizli Buzlanma ve yeni kitabınız Mara ve Öteki Şiirler. Bir röportajınızda, “ilk kitapta kendimden kendime, ikincisinde kendimden topluma, üçüncüsünde kendimden kâinata seslenmeye çalıştım,” diyorsunuz. Şair şiir atına bindiğinde, yönünü nasıl tayin eder, kaygısı ne olmalıdır? Bir de Mara ve Öteki Şiirler’de nereye sesleniş var?
Şiiri vahşi bir ata benzetirim ben. Dizginlemek yerine boynuna sarıldığım bir ata. Bunun için şiiri çok sevmeniz gerek. Oraya buraya çekiştirmeden ruhunuzla hâkim olabilirseniz şiire, ne atın ne binicinin hayalinden geçmeyen bir bahçeye götürecektir sizi. Bir kaygınız olacaksa düşmek kaygınız olmalı. Şiir atarsa sizi sırtından diye korkmalısınız. Zira bu şiiri yeterince sevmediğiniz anlamına gelir.
Mara’daki seslenişe gelince, şair bir kaleydoskopta parçalara bölünmüş ancak çevrildikçe şair değil, bakan gözün yansıması ortaya çıkmaktadır. O yüzden onun seslenişi çetrefilli ve gizemli. Labirenttir Mara. Uzaklara gittiğinizi sanırken kendinize varmanız an meselesi.
12- Gizli Buzlanma kitabınızın başında dört şiir var: “Münacatın Kıyısında”, “Naatın Kıyısında”, “Şiirin Kıyısında”, “Muamma.” Bu şiirlerin özelinde sormak istiyorum, geçmiş-bugün-gelecek ilişkisini nasıl kurmalı sanatçı?
Eliot, bir şairi överken onun başka şairlere benzemeyen yönleri üzerinde duruşumuzu bir zaaf olarak görür ve şairin asıl ayırıcı vasıflarının, şair atalarını bugün de hayatta tutan vasıflar olduğunu söyleyerek tarih şuuruna çağırır. Geçmişin hâl içindeki varlığına işarettir bu. Cengiz Aytmatov’un bir gün içinde geçen romanı “Gün Olur Asra Bedel”de dün, bugün ve yarın ekseninde bir yüzyılı anlatabilmesi de geleneğin gün içinde yeni bir hâle dönüşmesi yüzündendir. Gizli Buzlanma’daki üç kıyıdan ilk ikisine sığınılmadan, üçüncü kıyıya yanaşmak edebe de aykırı düşer geleneğimizde, edebiyata da. Şiir muammadır, çözülmesi değil teslim olunması gereken.
13- “Dün sadece yaprakları göremiyordu bugün ağacın farkında değil.” Eserlerinde gözlemin çok büyük önemi olan A. Ali Ural, alışkanlığın zincirlerini kırarak etrafımıza bakmayı tavsiye ediyor. Alışmak körleşmek midir?
Alışmak ağır ağır körleşmektir, evet. Gördüğünden en küçük bir şüphe duymaksızın üstelik. Çocuk gözünün yaşlanmasıdır, hayretin çekilmesi bakıştan. Her şeyin sıradanlaşması; atın fareye, arabanın kabağa dönmesi yeniden. Alışan nehir aktığını bilmez. Alışan güneş ısıttığını. Alışan cambaz ipten düşer. Alışan yüzücü boğulur bir gün.
14- “Ey kutsal ağrı! Saklandığın yerden çık! Biz acı duymayanlar ahalisi, akan kanımızı boş gözlerle, bir nehir gibi seyrediyor, kopan ayağımıza vitrinlerden ayakkabı beğeniyoruz! Acı çekmeye başlamazsak yanmaktan kurtulamayacağız!” satırları Makyaj Yapan Ölüler’den. Bizi uyuşturan nedir ki hissizleşiyoruz?
Uzun süre hareket etmeyen uzuvlar uyuşur. Kan dolaşımının yavaşlamasıdır uyuşukluğu getiren. Bir eylemsizlik hâli yani seyretmenin hareket zannedildiği. Televizyon ekranlarından taşan acı dolu resimlerin kıpırdatamadığı gözlerimiz ve kalbimizle yaşıyoruz. Yaşamak denirse buna. Tanık olduğumuz olayların gölgesi düşmüyor yüzlerimize. Eski fıkıhçıların terazisiyle tartılsak şahitliğimiz kabul edilmez. Başkalarını aldatmak güvenilir olmayışımıza işaret ederken, kendimizi aldatmamız bizi emin mi kılacak.
15- Üçüncü sayfa haberleri diye nitelenen haberler, denemelerinizde beslendiğiniz argümanlardan. Hayatı çok hızlı yaşadığımız için insanlığımızı ıskalıyoruz muyuz?
Hız, çağdaş bir ikon. Yetişecek bir yeri varmış gibi sürate doymuyor insan. Dahası malik olduğu ve yönettiği her şeyi hızlandırmaya çalışıyor. Hızlandıkça ayrıntılar gözden kaçmaya başlıyor ve kaba saba bir hayatın esiri oluyoruz. Edebiyatın hayatı yavaşlatmaya çalışması bundan. İnsanı tekrar ayrıntılarıyla buluşturmaya çabalıyor.
16- “Sanat sezgiye hitap eder” diyorsunuz. Resimde Görünmeyen’in yazarına göre sezgiyi besleyen şeyler nelerdir?
Sezgi için berrak bir gönle ihtiyaç var her şeyden önce, hayal meyal da olsa bir şeyler yansıyacaksa üzerine hayattan. Tefekküre ihtiyaç var sonra; düşüncenin öyle meyveleri var ki elle dokunmak mümkün değil. Ve elbette dikkatli bir bakışa ferasetin çekirdeği olan. Hepsinin üzerinde sevgiye, zira ancak severseniz dikkat kesilirsiniz kâinata.
17- Gerek üçüncü sayfa haberleri gerek portrelerdeki bilgiler, aslında, baktığınızda şiirinizde bile yoğun bir bilgi birikimi kendini hissettiriyor. Ancak bunlar, ne metnin didaktik olmasına ne de bir haber bülteni veya bilgilendirme yazısına dönmesine sebep oluyor. Efendim, bilgi nasıl eritilir, edebiyat metnine nasıl yedirilir?
Bilgiçlik yapmazsanız bilgi kanınıza karışır. Herkesten çok ona kendinizin ihtiyacı olduğunu idrak etmekten geçer bu. Edebî metinlerin mekânı pazarcı tezgâhı değil, büyücü kazanıdır. Kazanın altında ateş yansın yeter ki erir ne atsanız içine. Karıştırmayı unutmayacaksınız tabii.
Tadında olmasını istiyorsanız iksirin, seçeceksiniz malzemeyi, miktarını belirleyeceksiniz. Edebî metinler kendileriyle kaynaşamayan malzemeyi kusarlar.
18- Bilgiden devam edersek, “ilimsiz şiir esası yok dîvar olur / esassız dîvar gayette bî-i’tibar olur” diyor Fuzûlî. Siz de bir konuşmanızda “şiir biraz ilham ama çoğunlukla da inşa işidir” demiştiniz. İlham nedir, inşa nasıl yapılır, ilim ve çalışmaktan kasıt nedir?
İlham bir armağan, tamamlayıp kemale erdiren değil başlatan bir armağan. Harekete geçip inşaya koyulmazsanız ilham armağan olmaktan çıkıp bir vebal olur üstünüzde. Nasıl kapınızı her çalan kişiyi evinize buyur etmiyorsanız, zihninize düşen her hayale ve düşünceye ilham muamelesi yapmamalısınız. Harekete geçmek bilenlerin harcıdır öte yandan. “İlimsiz şiir temelsiz yapı olur, temelsiz yapıya ise itibar edilmez,” demesi bu yüzden Fuzulî’nin. İlim sizden önce aynı alanda çalışan bütün ustaların ortak bilgisi, geleneğin gözetimi her inşanın ruhsatıdır. Ruhsatsız yapılar ise yıkılmaya mahkûmdur.
19- Peki, bir eserin tamam olduğuna nasıl karar verilir?
Mükemmel eser yoktur, iyi eser vardır. Yazar eserini bir noktadan sonra terk etmek zorundadır. O noktaya gelinceye kadar yoğun bir savaş verir. Geriye çekilip eserine baktığında “Tamam, işte budur” diyen sesin karşısına “Tam istediğin bu değildi” itirazı çıkar. Çünkü canlıdır edebiyat, tıpkı hayat gibi, her an ölür yeniden dirilir. Bir yerde tevekkül etmek gerekiyor.
20- Mehmet Âkif, “İki mukaddesim var, din ve dil” der. Tek Kelimelik Sözlük’ün yazarına din-dil ilişkisini ve temiz bir Türkçe’ye nasıl sahip olunacağını sormak isterim.
“İnsanı yarattı, ona beyan etmeyi (düşünüp ifade etmeyi) öğretti,” (Rahman, 3-4) yüce Allah. O hâlde din ve dil yaratılıştan beri aynı bütünün parçaları. Hz. Âdem’e isimleri öğrettiğini söylüyor yaratıcı bir başka ayette ve bu, bütün kelime ve kavramların aynı kaynaktan beslenip aynı kaynağa döndüğünü gösteriyor. Temiz Türkçe için temiz Türkçe’yle yazan yazarları okumak ve dilin imkânlarını fark etmekten başka çare yok.
21- Deneme, öykü de yazsanız şiir sizi hep takip ediyor, yer altı suları gibi eserlerinizi besliyor. Şiirden bahsederken imge ve müzik vurgusunu çok kuvvetli yapıyorsunuz. Güçlü imge nasıldır? İmge gücünü yazardan mı, okurdan mı alır?
Şiir gözünden edebiyatın ihtiyaç duyduğu soyutlamaya götüren bir menfez olarak yararlanmak zorundayız. Şiir yazmasak da şiir yazmak zorundayız edebiyatla iç içeysek. Güçlü imge ihtiyacımız olan imgedir, süslendiğimiz imge değil. Metin ihtiyacı olmayan her imgeyi kusar zamanla. Yapıyı tamamlayacak bir taş olmalı; imge eğreti bir çiviyle duvara asılmış bir tablo değil. Müziğe gelince, bir üst dildir her ruhu altüst eden. Yeter ki metafizik bir tınıyla çalınsın kapı.
Emerson, “Kitabı iyi yapan okuyucudur,” der. Sarrafa değil hurdacıya düşmüşse cevher vay hâline. Fakat ortada cevher yoksa sarraf ne yapsın!
22- Müzikten devam edersek, Nâzım Hikmet, “serbest şiir vezinsiz değildir,” der. Nâzım’ın sözünü ettiği vezin, müzik midir? Müzikaliteyi şiir yahut nesrin neresinde konumlandırmalıyız?
Her edebî metin bir bestedir. Şair ya da yazar kelimelerin birbirleriyle bağlantılarını kuran kişi olarak nerede susulacağını, nerede söyleneceğini, hangi kelimelerin birbirlerine yakıştığını, hangilerinin birbirinden uzak durmaları gerektiğini belirlemek zorundadır. Dolayısıyla müzikalite metnin tamamını kapsamakta; Nazım işte bu gizli vezne işaret etmektedir. Doğrusu Eliot’ın da söylediği aynı şeydir: “Serbest vezin her şeye karşın ‘serbest’ değildir, bu serbestlik içinde bir kalıp oluşturmak daha zordur.”
23- “İnsanı, yalnızca insanı anlatın bana” diyor Gonçarov. Sizin de “İnsanı yakalayan eser ölümsüz olur,” diye bir önermeniz var. Hikâyelerinde neredeyse hiç kahraman ismi kullanmayan A. Ali Ural, insanı yakalamak derken neyi kastediyor?
İnsanı yakalamak derken insan hâllerini kastediyorum. İnsan binlerce hâlden oluşan görkemli bir yapı. O hâllerin sadece birine bile nüfuz edebilmek bile büyük mesele. Çünkü hâllerin hiçbiri sabit değil. Zamana, mekâna, bakış açısına ve birikime göre değişiyor. Tabii yazarın kendi hâlleri de öyle. Dolayısıyla dünyayla sonsuz bir etkileşim sürecini, bir yerinden tutup sabitlemek zorunda yazar.
24- “Buzdağları yüzen denizlerde benim parmaklarımın işi ne?” Muhakkak ki her çağ, kendi şarkısını söyler fakat bunca ustanın geçtiği bir âlemde yazmak biraz da cüret işi midir?
İyi yapılmaya azmedilen her işte cüret vardır. Ahşaba en güzel şekli vermeye çalışan marangoz da cüretkârdır, toprağı çanağa dönüştüren çömlekçi de. Bütün malzeme ve enerji Yaratıcı’dan gelirken, insanın onları kullanıp doğanın gerçekliği içinde yeni bir gerçeklik aramaya kalkmasından daha cüretkâr ne olabilir?
25- Edebî akımlar genellikle öncekileri kötüler. “Yeni bir iddiaları” vardır. Ama siz, portreler yazarak vefa göstermenin önemine de işaret ettiniz bir yönüyle. Hakkaniyetli olmak için eski dönem okuması yaparken -hem eleştiri hem istifade için- nasıl bir yaklaşım tarzına ihtiyacımız var?
Tevazu ve takdirle yaklaşmalıyız bizden önceki sanatçıların yapıtlarına. Rilke, sanat eserlerine ancak sevgiyle yaklaşılabilir, der. Başka eserleri yok sayarak ya da değerini küçülterek kendi eserlerimizi daha değerli kılamayız. Başkalarının yokluğu üzerine kurulacak varlıklar başkalarının varlığıyla yok olurlar.
26- Peki, sanatçı bu sahada kendisine nasıl alan açacak, özgünlüğü nasıl sağlayacak? Gök kubbe altında söylenecek söz kaldı mı?
Özgünlüğü konuda değil, biçemde aramak gerekiyor. Yenilik üsluptadır. Konu değil, konunun sunuluş biçimi onu değerli kılar. Kaldı ki her çağın kendi ruhu ve kelimeleri var. Bakış açısını da unutmayalım, her eskiyi yeni yapan bakış açısını.
27- Tam da bu noktada “yazmanın metafiziği”ni sormak istiyorum. Yazının nasıl bir metafiziği vardır?
Kelimelerin sahibiyle kurduğunuz bağ ölçüsünde kelimelerinizi ölümsüz kılabilirsiniz. Yazmanın temelinde samimiyet varsa samimiyetin temelinde bu ilişki var. İnsan kendini aldatabilir, Allah’ı değil. Eserlerinizin günle sınırlı kalmayıp ebediyete uzanmasını istiyorsanız yaratıcı eser ilişkisi bağlamında Yaratıcı’nıza yönelirsiniz.
28- Yine önem verdiğiniz hususlardan biri de “millîlik-yerlilik.” Millî olmak kendi içine kapanmak, evrensel olmak moderniteye savrulmak değil muhakkak. Millî ve yerli kalırken nasıl evrensel olunur?
Kendi topraklarından çıkardığın cevherde bütün evrene göz aydınlığı olacak insani değerler saklıdır. O değerlerin heyecanını önce sen duyacaksın ki başka kalplere bu heyecanın aksetsin. Aytmatov, kendisiyle yapılan bir röportajda, eserlerinde geleneksel kültür unsurlarına yer vermesinin sebeplerini şöyle açıklar: “Her yazar bir milletin çocuğudur ve o milletin hayatını anlatmak, eserlerini kendi millî gelenek ve törelerini kaynak alarak zenginleştirmek zorundadır. Benim yaptığım önce bu, yani kendi milletimin hayatını ve geleneklerini anlatıyorum. Fakat orada kaldığınız takdirde bir yere varamazsınız. Edebiyatın millî hayatı ve gelenekleri anlatmanın ötesinde de hedefleri vardır…”
29- Sanayileşme-Sömürgecilik-Emperyalizm dönemlerinden devreden, devrederken de büyüyen, toplumların ruhlarına kadar sirayet eden büyük bir tehdit mankurtlaşma. İnsanların mankurtlaşmasıyla kültürel mankurtlaşma arasındaki rabıtayı nasıl kurmalıyız?
Bedenin köleliğinden daha vahşidir ruhun köleliği. Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” romanındaki Colaman, annesi Nayman Ana’yı tanıyamadığından öldürdü, mankurttu çünkü. Kültür kölelerinin durumu daha vahim. Onlar ölü beyinlerinin farkında değiller. Özgün düşünceler ne kadar uzak onlardan ve onlar ne çok şey bildiklerini sanıyorlar.
30- Son olarak sizin için özel bir yeri olan dergiciliği sormak istiyorum. Karabatak yayımladığınız dördüncü dergi. Muhakkak ki her sayısı ayrı bir heyecan. Aynı zamanda usta kalemlerle genç kalemleri bir araya getiren, hem emek verenler hem okuyanlar için bir nevi okul. Zaten yoğun olan birisi olarak, dergicilik sizin için neden bu kadar önemli?
Karabatak dördüncü dergim. Edebiyatın nabzı dergilerde atar. Bu nabız attıkça kalbe kan pompalanıyor demektir. Karabatak da Türk edebiyatına taze ve özgün eserler taşıyor. Her sayıda seçkin kalemlere yer vermeye, dosya konularıyla düşüncenin irtifasını yükseltmeye çalışıyor. Bu çok özel yolculuğun çok özel yolcuları var.
Yüz Yüze Konuşmalar Yaşayan Edebiyat, MG Halkla İlişkiler ve İnsan Kay.,İstanbul, 2018, c.2, s.128