KİTAPLARIN DA İNSANLAR GİBİ KADERLERİ VARDIR – Röportaj: Burak Koç

Ali Hocam, edebiyat havasını soluyan, solumaya çalışan birçok kişi sizi şiirlerinizden ziyade “Posta Kutusundaki Mızıka” isimli eserinizle tanıyor. Bu kitabın böylesine geniş bir kitle tarafından okunmasını nasıl karşılıyorsunuz?

Posta Kutusundaki Mızıka bir kapı oldu kimi okurlar için; bir karşılama kapısı. Fakat tanışmakla yetinmedi, bu tanışıklığı diğer kitaplarıma taşıyarak edebi bir dostluğa talip oldu okur. Her yazarın okurlarına merhaba dediği, ilk cümlelerini mırıldandığı böyle kitapları vardır. Ne Reşat Nuri, Çalıkuşu’ndan ibarettir ne Kafka, Dönüşüm’den.  Hermann Hesse’nin Bozkırkurdu romanı sağlığındayken okuruyla pek buluşamamış, Hesse iyi kitapların yazarların bizzat kendileri ve yakın dostları için yazıldığını söyleyerek sitem etmişti. Benim böyle bir sitemim yok. Kitapların da insanlar gibi kaderleri vardır. Okuruyla buluşma zamanlarını bir çekirdek gibi içlerinde taşırlar. Nitekim “Valiz” şiirini “En üste koy şiirlerimi” diyerek bitirmiş bir şairin şiirleri de vakti geldiğinde okuruyla buluşacaktı. Doğrusu bu kitaplar da defalarca basılarak buluşma perçinlendi. Şiir okumak biraz da şairlerin işidir. Bu yüzden kimi şairler okurlarını şiir yazmasalar bile şairden saymışlardır. Posta Kutusundaki Mızıka’nın bir hüneri olmuşsa şayet bundan söz etmek yazarına düşmesin. Hünerden ziyade bir can havlidir belki. 

Gizli Buzlanma” isimli kitabınızın ilk iki şiiri “Münâcatın Kıyısında” ve  “Naatın Kıyısında” isimlerini taşıyor. Bu sıralama klasik divan tertibini aklıma getirdi. Kitabınızı biraz daha incelediğimde ise “Muamma” isimli şiiriniz dikkatimi çekti. “Münâcatın Kıyısında”,“Naatın Kıyısında” ve “Muamma”  isimli şiirlerin sıralanışını şiirlerin söylediğini göz önünde bulundurarak, şiirinizin gelenekle olan bağlantısı üzerine ne söylersiniz? 

Geleneğin yalnız edebini alabilseydik yetecekti belki de günümüz şiirine. Şairin mutlak söz sahibi ve onun elçisi karşısındaki mahcup duruşuna ne kadar ihtiyacımız var. Aşısı yapılmamış şiir güdük meyveler veriyor. Münacât ve naatlar şiirin aşısıdır. Şiirin kıyısına gelmeden önce, münâcatın ve naatın kıyısına uğramak gerekiyor. Tertibe riayet eden selamete erer. Geleneğin binbir veçhesi var. Gelenekle bağ kurmak divan şiirini şeklen ve mazmun olarak ihya etmek değildir. Belki o şiiri var eden ruhla akrabalık kurmaktır yeniden. Muamma da geleneğin unutulan yüzlerinden biri. Şiirin at oynattığı, hüner gösterdiği gizemli bir alan. Hem çoktandır çalınmayan o kapıyı yeniden çalmak, hem de şiirin bizzat bir muamma olduğunu vurgulamak istedim.  

Birçok şairde olduğu gibi sizin şiirlerinizde de “modern” bireyin yaşadığı sıkıntılar sanki geçmişe duyulan bir özlemle veriliyor. Buradan yola çıkarak şair hep bir özlem veya bugünden kaçış duygusu içerisindedir diyebilir miyiz?

Sanatın bir kaçış olduğuna dair çok şey söylendi şimdiye kadar. Kaçış olmasına kaçış fakat nereye? Geçirgen duvarlar var kaçtığımız yerle bulunduğumuz yer arasında. Sanat bir kaçış olduğu kadar kaçamayıştır belki de. Bir ad vereceksek mutlaka, “Kaçma denemeleri” diyebiliriz. Yangın Merdiveni adlı öykü kitabımın alt başlığı “Kaçış Hikâyeleri”ydi. Hem geçmişi iyi şeylerin menbaı olarak görmek her zaman doğru olmayabilir. Nostalji bir hastalığa dönüşmemeli. 

Değerli hocam, şiirlerinizde eşyayla olan alışverişiniz de dikkat çeken bir diğer husus. Günümüz problemlerinden birisi de eşyaya gereğinden fazla değer atfetmek. Sizin şiirinizde eşyanın bir imge olarak karşılığı nedir? 

Edebiyatın can alıcı damarlarından biri de eşyayla insan ve eşyayla eşya arasındaki ilişkidir. Eşya kimi zaman insanın aynası oluyor, kimi zaman turnusol kâğıdı. Bu bağlantıları tahlil edebilen bir yazar hayatın derinliğini eserlerine yansıtabilir, diye düşünüyorum. İhtiyaçlar bitmiyor. Market arabalarına yapışıp kalmışız. Eşyayı alıyor fakat vermiyorsak bu alışveriş tamamlanmamıştır. Tamamlanmayan her döngü ise bir kısa devreyle son buluyor peşinden yangınlar sürükleyen. Şiirimdeki eşyaya gelince; onu irdelemeyi akademisyenlere bırakalım isterseniz. 

Sezai Karakoç, “Edebiyat Yazıları 1” isimli kitabında “Şair her fecre yeni bir horoz, her çiçeğe yeni bir usâre getiren tılsımdır” diyor. Üstadın bu sözünden yola çıkarak “Gizli Buzlanma” kitabınızda yer alan “Horozla Öldürülen Gece” şiiri hakkında ne söylersiniz?

Yazlarımı geçirdiğim tatil beldesinde komşumun beslediği bir horozdan yola çıkılarak yazıldı bu şiir. Horoz daha küçüktü ve ötme denemeleri yapıyordu bahçeye geldiğinde. Kısa, kesik, boğuk ergen sesi bir süre sonra olgun bir horoz sesine dönüşmüş, ancak tatilciler fecir vakti -onlara göre gecenin bir vakti- horozun sesiyle uyanmayı kabullenememişlerdi. Komşum, “Ali Bey siz de rahatsız oluyor musunuz horozun sesinden?” diye sormuş, ben, “Hayır, hatta büyük bir haz veriyor bana bu ses,” diye cevap verince “Diğer komşular rahatsız, keseceğim mecburen horozu,” demişti. Bütün itirazlarıma rağmen horozu kestiler. Fecrin bayrağını dalgalandıran rüzgâr kesildi. Doğan güneşi kimsenin fark etmediği yeni plastik bir gün başladı tatil beldesinde.  

İlk şiir kitabınız olan “Körün Parmak Uçları” isimli kitabınızdan “Gizli Buzlanma” isimli son şiir kitabınıza uzanan yolda şiiriniz nasıl bir çizgide seyretti; “Gizli Buzlanma” kitabındaki “Ertelenmiş Şiir” şairi ve şiiri hakkında ne söyler? 

Seyir defterini başkası yazmalı. Bu yüzden şiirimin nereden nereye gittiği hakkında susmayı tercih ediyorum. Fakat “Ertelenmiş Şiir” üzerine birkaç cümle kurabilirim. Ertelemek bir insan zaafı olarak hayatımızda gedikler açıyor. Ertelenen her şey daha sonra yapılmadığı gibi bir de boşluk bırakıyor arkasında. O gediği buruşturulmuş arzularla dolduruyor, bir eksik yokmuş gibi hayatımızda yaşamaya devam ediyoruz. Bu hakikatin bir ironisi olarak yazıldı “Ertelenmiş Şiir.” İnsanın ertelediği takdirde bir bumerang gibi dönüp dolaşıp kendisini bulacağı şeyler de vardır, demek için. Mesela şiirin ertelenmesi hiçbir şeye benzemez. Aç bırakılmış vahşi bir hayvan gibi pençelerini gösterir durur yazılana kadar.   

Değerli hocam şahsi çalışmalarınızın yanında kolektif bir çalışmanın ürünü olan “Karabatak Dergisi” edebiyat camiasında önemli bir yeri olan ve sayfalarını gençlere de açan bir dergi. Bilhassa hazırlamış olduğunuz son 3 sayı derginin ötesinde adeta bir kaynak durumunda. Bizzat derginin yönetmenine “Karabatak Dergisi”ni ve günümüz dergiciliğini sorsak ne söyler?

Karabatak görünmekle gözden kaybolma arasında altı yıldır sessiz sedasız dalıp çıkıyor. İyi şiirler, iyi öyküler, iyi denemeler yayımlamaya, edebiyatın çıtasını yüksekte tutmaya çalışıyor. Dosyaları kitap ciddiyetinde, röportajları tekrar tekrar okunacak lezzette. Bugünün ustalarıyla geleceğin ustalarını harmanlıyor. Yalnız muhtevasıyla değil, tasarımıyla da büyük bir emeğin meyvesi. Gayret bizden, tevfik Allah’tan. Edebiyat dergiciliği açısından bereketli bir dönemde yaşıyoruz. Onlarca edebiyat dergisi çıkıyor ve bunların bir kısmı kayda değer işler yapıyor. 

Karabatak’tan bahsetmişken dergiyle beraber mektep hüviyeti taşıyan “Şule Yayınları”ndan bahsetmemek olmaz. Geniş bir yazar kadrosuyla ve birçok türle karşımıza çıkan, yayın kadrosunu sürekli geliştiren “Şule Yayınları” yayın hayatında hangi vazifeyi üstlenmektedir?

Şule Yayınları’nın kültür hayatımızda nitelikli edebi ürünlerle birlikte anılan seçkin yayınevleri arasında yerini aldığını şükrederek ifade etmek isterim. Kültür yayıncılığını bütün zorluklarına rağmen devam ettirmeye, duruşunu bozmamaya çalışıyor. Kitabı bir ticaret metaı olarak görmediğinden, ciddi bir hazırlıktan sonra neşrediyor yayınlarını. Sanat ve düşünce irtifasını korumak için maddi kayıpları göze alıyor. Nitelikli eserler vermeleri halinde genç yazarları destekliyor.

Değerli hocam son olarak benim yerimde olsaydınız şiir, Karabatak ve Şule Yayınları bağlamında kendinize ne sormak isterdiniz?

İnsan kendi yerinde değil ki başkasının yerine geçebilsin. Hem kendine soru yöneltmeyi bilseydi ölünce münker nekir gelmezdi başına. Yine de Yunus’un yerinde olup, sarı çiçeğe neden rengin sarıdır, diye sormak isterdim.

Teşekkürler.

( İmge Dergisi, Sayı 7, Kasım 2017)

Site Altbilgisi