A.ALİ URAL İLE ŞİİRİNİ KONUŞTUK – Röportaj: ABDURRAHMAN ŞENEL

A. Ali Ural çocukluk aşkı şiirle hep hemhal olmasına karşın bunu özenle gizlemiş bir titiz şair. Eskilerin müşkülpesent dedikleri türden. Başkalarının şiirlerini yayımlarken de öyle kendilerinkini yayımlarken de… Bu yüzden de külliyat yerine iki kendine has kitapla (Körün Parmak Uçları ve Kuduz Aşısı), Türk şiiri tarihinde atalarının ardında safını tutmuş. Yaklaşık on beş yıldır büyük Türk şiiri okyanusuna küçüklü büyüklü nehirler aksın diye dergiler çıkarıyor. Kim coşkuyla, başını taştan taşa vurarak okyanusa varmak istiyor, onun destekçisi. Hayatı da şiiri gibi… Olgunluk çağını yaşıyor. Onunla şiirini konuştuk. Tahmin ettiğimiz gibi oldu. Şiiri konuşmakla, ortada dönüp duranların ötesine, meselelerin aslına doğru yol aldık…

Sizinle yapılan söyleşileri incelediğimde çocukluğunuzdan beri şiirle uğraştığınızı ifade ettiğinizi görüyorum. Şiirlerinizi yayımlamanız ise oldukça geç olmuş. Söyleşiye çalışırken fark ettim. Size bakışı çarpıklaştırmak isteyenlerin, daha açık bir ifade ile şiirinizin üzerini örtmek isteyenlerin üzerinde özellikle durdukları bir husus bu. Yaşıtlarınıza genel itibariyle 1980 kuşağı deniyor. Sizin şiirlerinizi yayımlamanız ise 1990’lı yıllarda gerçekleşmiş. Burada bir problem doğuyor. Bana göre şair şiir yayımlamadığı, hatta yazmadığı zamanlarda da şairdir. Ama şair değilse yazsa da boş. Ne dersiniz?

Aslında her çocuk şairdir, diye başlayayım söze. Sonra hatırlayayım ve hatırlatayım ki, sekiz yaşımda yazdığım ilk şiirimle kırk sekiz yaşımda yayınladığım ikinci şiir kitabım arasında garip bir imge ortaklığı var. Çocuk A. Ali Ural’ın yazdığı ilk şiirin adı “Aşı”, bir ömür sonra yayınladığı ikinci şiir kitabının adı ise “Kuduz Aşısı”, ne tuhaf! Çiçek aşısıyla, kuduz aşısı arasında geçen bir şiir serüvenim var. Doğrusu her şairin kendine has bir şiir serüveni vardır. Şiir kalıplara sokulabiliyor diye, şairin de kalıplara sokulabileceğini düşünmek, ona konfeksiyon serüvenler biçmek, olsa olsa modern zamanların garabetidir. 1979 Şubat’ında yazgım beni şehirden çöle attığında 19 yaşındaydım. O yaşa kadar yazdığım şiirleri baba evinde bırakıp, bir bavul kitapla indim Arabistan’a. “Dünyanın En Yalnız Arabistanı”ydı benim için. Yedi uzun yıl… Bu yedi yıl yedi kıtlık yılı mıdır, yedi bolluk yılı mı? Belki de bir hakikati yorumlamak bir rüyayı yorumlamaktan daha zordur. Çölde geçirilen bu yedi yıl hem yoksunluk yıllarıydı hem varlık. Yoksunluk yıllarıydı; zira orta öğrenimini tamamladıktan sonra ülkesinden binlerce kilometre uzağa kaderin bir dama taşı gibi sürdüğü bu genç adam, Refik Halit Karay’ın Eskici hikayesindeki Hasan gibi ana dilinin konuşulmadığı diyarlarda “Çiviler ağzına batmaz mı senin?” sorusunun hem soranı hem cevaplayanı olmuş, çivilerin ağzına batmaması için bir yandan ana dilindeki okuma ve yazma serüvenine devam ederken, diğer yandan yeni bir lisanla üniversite öğrenimini tamamlamıştır. İletişim imkânları bakımından da mahrumiyet içinde olunan bu yıllarda (1979-1985) alınan iki mektubun gaipten gönderilen iki gümüş körük gibi şartların külünü üfleyip cevheri körüklediğini söylemek abartı olmaz. İlk mektup o zamanlar henüz çiçeği burnunda bir gazeteci olan ablam Nuriye Akman’dandır. Mektubun yanı sıra bir de doğum günü hediyesi çıkmıştır büyük sarı zarftan: “A. Ali Ural Bütün Şiirleri I” Bu hediye basılı bir kitaba benzetilerek yapılan bir maket kitaptan başka bir şey değildir. Çocukluk yıllarımdan beri yazma dışında hiçbir hayalimin olmadığını bilen ablam kaderin önüme çıkardığı bu tuhaf serüvenin beni edebiyattan koparmaması için lise yıllarımda yazdığım şiirlerimi daktilo ederek bir araya getirmiş, sonra ciltleterek üzerine bu ibareyi yazdırmıştır yaldızla. Ellerim titreyerek kapağını açtığım ilk şiir kitabımın girişinde ablamın şu satırları vardır: “Sadece şiiri ve şiirini önemsemen için… Görerek gücünü bir kez daha ve hatalarını, eksiklerini tabii, daha iyilerine doğru çabuk ve dikkatli, bir kuyumcu özeninde… Bu, senin içindi. Sen de okuyucular için duy ve düşün yeniden bırakma peşini şiirin…” Şiirin peşi bırakılmamış, bu ilk şiirler dışında dört kitap daha yazılmıştır 1985’e kadar. Dört defterde toplanan bu şiirler de şairi tarafından gönderilmemiştir herhangi bir dergiye. İkinci mektuba gelince; mektubu gönderen Cahit Zarifoğlu’dur. Arabistan’da çalışan mühendis arkadaşı Alpay Bey’in bazı şiirlerimi kendisine gönderdiğini, bunlardan “Öfkeli Çocuklar” şiirimi Mavera’da yayınladığını, “Ebru Teknesinde Bir Yeşil” adlı şiirimi ise bir sonraki sayıda yayınlayacağını bildiren Zarifoğlu “Sen de bir imza sahibi olacaksın,” demektedir mektubunda. Doğrusu “Dünyanın En Yalnız Arabistanı”nda bir gece çaylarla paylaşılan şiirlerin yolunun Zarifoğlu’na düşeceği hiç hesap edilmemiştir.

Yanılmıyorsam 12 Eylül 1980’in hemen öncesine rastlıyordu. Arabistan’a tahsil için gidişiniz. Merak ettiğim niçin Türkiye değil de Arabistan? Bir de orada bulunuşunuz size neler kazandırdı?

Türkiye’nin kayıp yıllarıyla örtüştü lise yıllarım. O günleri yaşamayanlar, adı konulmamış bir iç savaşın, ne anlama geldiğini asla tahayyül edemez. Şehirlerin, mahallelerin hatta sokakların paylaşıldığı ya da paylaşılamadığı o günlerde değil üniversitede okumak, nefes almak bile maharet istiyordu. Varlıklı aileler o dönemde çocuklarını Avrupa ve Amerika’ya gönderdiler. Ailem benim için de endişeleniyor, yüksek öğrenimimi huzurlu bir ortamda yapabilmem için bir çıkış yolu arıyordu. İsviçre’de çalışan bir aile dostumuz orada okuyabileceğim hususunda ailemi bilgilendirdiyse de maddi imkansızlıklar bu teklifin dikkate alınmasını engelledi. O sıralarda komşularımızdan biri, Arabistan’da tahsil imkanı olabileceğinden söz etmiş ve ben tepki göstererek “Ne işim var çölde!”demiştim. Demek ki işim varmış. Kültür anlaşmaları çerçevesinde, Milli Eğitim Bakanlığı kanalıyla açılan yol beni Arabistan’a götürmüş, Türk Edebiyatı okumayı planlarken Arap edebiyatıyla tanışmıştım. Elifi görse mertek sanan ben, gün gelmiş Kaab bin Zuheyr’in, İmruul Kays’ın, Mütenebbi’nin, Ebu’l- Atahiyye’nin şiirlerini okuyup anlamaya başlamıştım. “Ya leyteşşebâbu yeûdu yevmen, uhbiruhu bima faale’l- meşîbu/Gençlik bir gün geri gelse ona ihtiyarlığın bana neler yaptığını anlatırdım” diyen şaire doğrusu ben de gençliğin yaptıklarından söz etmek isterdim. Yağmurun yağmadığı, Arap kızlarının camdan bakmadığı bu diyarlardaki en büyük kazancım öğrendiğim bu kadim dil oldu. O yıllardaki derin yalnızlığımın kazanç ve kayıp hanesinde ayrı ayrı yeri vardır. Hangisi daha ağır basıyor bilmiyorum. Bildiğim yalıtılmış bir hayatın bir şair için kendine dönme, yoksulluklarını ve zenginliklerini keşfetme fırsatı tanıdığıdır.

Peki bu uzaklık o yıllarda yazılan şiirle olan bağınıza bir eksiklik katmış olabilir mi?

Arabistan yıllarını şiir sığınağında yaşadım. Fakat bu benim kendi sığınağımdı. Ülkemden binlerce kilometre uzakta gemilerimi ateşe verirken sadece ailemi düşünüyordum. Valizimde Türk ve dünya edebiyatının başyapıtları vardı ve ben güncel edebiyatın dışındaydım. Birkaç sayısı elime geçen Mavera’yı saymazsak dönemin dergileriyle ne okur ne de yazar olarak ilgilenmedim. Ancak Arabistan yıllarımın şiir serüvenimde hayati bir rol üstlendiğini düşünüyorum. Yedi yılda dört şiir kitabı. Evet tam dört şiir kitabım vardı yayınlanmamış. Bu kitaplar daha doğrusu bu şiir defterleri hâlâ duruyor ve ben o şiirlerin hiçbirini “Körün Parmak Uçları” ve “Kuduz Aşısı”na almadım. Cahit Zarifoğlu’nun yayınladığı “Öfkeli Çocuklar” ve yayınlamayı düşünüp de bir matbaa kazasına kurban giden “Ebru Teknesinde Bir Yeşil” şiirim de dahil. Ne tuhaftır ki Mavera dergisi vasıtasıyla tam güncel edebiyatla bir irtibat kuracakken derginin kapağında “Ebru Teknesinde Bir Yeşil” ismini okuyor, dergiyi açtığımda ise şiiri bulamıyordum. Çok sonra Cahit Zarifoğlu’nun yeni çalışmalarımı beklediğine dair mektubu geldiğinde Zarifoğlu’na sitemli bir mektup gönderip durumu açıklıyor ve ondan şu cevabı alıyordum. “Dostum, senin şiir ve yazılarınla ilgili bir dizi aksaklıklar saçmalıklar oldu, bağışla.” Gerçekten de yalnız “Ebru Teknesinde Bir Yeşil”de değil, mensur bir şiir olan “Aydınlık Şehir” de bir karışıklığa kurban gitmiş, bu tatsızlıklar beni tekrar sığınağıma döndürmüştü.

Peki bahsettiğiniz şiir kitaplarınızı sonradan neden yayınlamadınız? Yayınlamaya değer görmediniz mi?

“Kabul” ve “red” bir edebiyatçının hem kılıcı hem kalkanıdır. Kabul etmeyi ve reddetmeyi bilmeyen bir yazar hem kendinin hem başkalarının elinde oyuncak olur. Edebiyat dünyamızın en büyük handikapı bu! Yazarlar ve editörler akıl ve estetikle bütünleşmesi gereken “Red” ve “Kabul” kabiliyetlerini çıkar endişesiyle köreltip çıkmaza sokuyorlar. “Dost kaybetmeyelim!”, “Düşman kazanmayalım!” derken sahte alkışlar karşılığında edebî zevklerini satıyorlar. Dahası bir süre sonra imtiyaz yeteneklerini bütün bütüne kaybediyor, “vasat”ı “olağanüstü”, “olağanüstü”yü “vasat” görebiliyorlar. Arabistan’da doğan şiirlerimin yayınlanabilir olduğunu Zarifoğlu göstermiş olsa da, aradığım şiire henüz ulaşamamış olduğuma dair sezgilerim bu şiirlerin yayınlanmasına izin vermedi. Eğer o kitapları reddetmesiydim ne “Körün Parmak Uçları” olurdu, ne de “Kuduz Aşısı.”

Burada biraz daha duralım istiyorum. 1990’lı yıllarda çıkan etkili ve o oranda önemli şiir dergileri var. Sözgelimi Sombahar.

Siz de bir şiir dergisi çıkarıyorsunuz o dönemde: Merdiven Sanat. Bu dergiyle muradınız neydi? Günümüzde adı duyulan kimi isimleri o dergide sizinle yan yana görüyoruz. Bugünse yollarınız epeyce ayrılmış. Sormak istediğim, insan kuşku yok ki gelişen, değişen bir varlık. Bu isimlerle yollarınızı kesiştiren ayıran şeyler nelerdi?

1995, bir süre hapsettiğim şiirin hesap soran bir firarî gibi yakama yeniden yapıştığı yıldı. O sıralarda henüz edebiyat dünyasına dahil olmamış bazı üniversiteli gençler yanıma gelip gidiyorlar, yazdıklarını paylaşıp eleştirilerimi alıyorlardı. O gençlere iki yıl emek vermiş, onları ateşleyeceğim derken kendi pimimi de çekmiştim. İşte 1997 ekiminde yayınlamaya başladığım Merdiven Sanat dergisi, yalnız şiirle değil sanatın diğer alanlarıyla da zenginleşen muhtevasıyla böyle doğdu ve yazgısını 24 sayı devam ettirdi. Zaman içinde emek verdiğim o gençlere başkaları da katılmış, Merdiven Sanat, ismini koyarken kalbimden geçen mânâyla örtüşen bir irtifa vasıtası olmuştu. Yalnız edebiyat alanında değil, tiyatro, sinema, müzik, fotoğraf gibi sanatın diğer alanlarında da genç yeteneklerin kendini keşfetmesine zemin hazırlamıştı Merdiven Sanat. İlk yazıların, ilk şiirlerin, ilk hikâyelerin, ilk röportajların, kısacası ilklerin dikkate alındığı bir dergiydi bu. Öte yandan yazı serüvenlerine başka dergilerde başlayan birçok isim de Merdiven Sanat’ın dinamik yapısında çalışmalarıyla yer aldılar. Bugünün edebiyat dünyasında halen aktif olarak yer alan isimlerden neredeyse büyük bir bölümünün yolunun Merdiven Sanat’tan geçtiğini söyleyebiliriz. Doğrusu kapsayıcı ve kucaklayıcı olmak, Türk edebiyatına taze kan olabilecek yeni isimleri aramak, edebiyatın diğer sanatlarla yan yana yürütülecek bir etkinlik olduğuna dikkati çekmek ve bütün bunları samimî bir edebiyat platformunda gerçekleştirmek muradımızdı. Nitekim kısmen muradımız gerçekleşmiştir. Fakat insan yalnız gelişen değil aynı zamanda başkalaşan bir varlık. Vefa ve kadirşinaslık, nobranlık ve kıskançlıkla pekala yer değiştirebilirken, sınır taşlarının yeri de el çabukluğuyla değiştirilmeye çalışılıyor. Edebiyat yolculuğunda daha birkaç durak mesafe kat eden kimi toy kalemler, bir nehir gibi ağır ağır denize akmak yerine nefis engeliyle durduğu yeri takdis ederek, oluşturduğu küçük gölette fırtınalar kopmasını bekliyorlar. Ortada fırtına falan olmayınca da yeni mesafeler kat etmeye çalışmak yerine vardığı yerde biraz daha oyalanıp dikkat çekmeye, durağanlığın doğurduğu kirlilikle kendisini fark etmeyenleri sinsice zehirlemeye başlıyorlar. Bir araya gelmek de, bir arada olmaktan sarfı nazar etmek de ortak paydalardan kaynaklanır. Zira birbirine benzeyenler bir araya gelir.

İlk kitabınız Körün Parmak Uçları, bir hassasiyet türüne özellikle vurgu yapıyor sanki. Gerçekten de insanların hassasiyetlerinin ya tümden kaybolduğu ya da birbirine girerek bulanıklaştığı bir çağda yaşıyoruz. O kitabı mayalarken sizin birazdan sözünü edeceğimiz ikinci kitabınızdaki ‘Nefes Darlığı’nız sanki henüz yitmemiş…

Sinir uçları Gordion düğümüne dönmüş bir zamanın çocuklarıyız. Ne bu düğümü çözebiliyor, ne de kesip atabiliyoruz.”Duyarsızlık” yeni bir duyu olarak yapışmış ruhlarımıza. Küçük acılara ancak büyük acıları yok etmesi karşılığında tahammül edebiliyor, akupunktur iğnelerinin saplanmasına ağrılarımızı dindirmesi şartıyla razı oluyoruz. Halbuki bizim uyuşmaya değil ağrıya ihtiyacımız var, körelen sinir uçlarımızı yeniden bilemeye. Ana renklerle yaşadığımız kaba saba hayatla yetinmeyip unutulan tonları yeniden diriltmeye. Körün Parmak Uçları işte bu algı arayışı içerisinde mayalandı. Karanlığın bu kadar yoğun olduğu yerde gözlerini nereye koyacağını bilemeyen şair, parmak uçlarını baston yaparak ritmik tıkırtılar arasında her şeye yeniden dokunmak, keşfetmek, yeniden tanımlamak istedi belki de! Hem nasıl daralmasın ki nefes; ipek böcekleri kaynar kazanlara atılırken, ölü evlerinde defler çalarken, eski rüyalarını yeniden görürken ölüler… Hiç kimsenin bilmediğini herkes bilirken, neden daralmasın nefes!

Yüz yüze olduğunuz insanların gelişim, değişim yaşamak yerine başkalaşım geçirmeleri sizin şiirinizdeki sesi etkiliyor mu?

“Doldu, doldu, boşandı” diye bir atasözümüz var, bir de”Her kap içindekini dışarı sızdırır” diye bir Arap atasözü. Şairin iç dünyasıyla dış dünya arasındaki geçişkenlik bir kum saati gibi sürekli ters yüz eder onu. Bu devinim içerisinde dış dünya zerreler halinde nefes darlığından süzülerek şairin imgelem dünyasına akar ve değişime uğradıktan sonra yeniden nefes darlığıyla dış dünyaya yansır. Zamanın şairle oynadığı bu dakik oyunu uzaktan seyredenler değişimin farkına varamaz ve şairin kendini tekrar ettiğini sanırlar. Oysa her an her şey yenilenmektedir. Her cevhere ruhunu katan şair o cevherden yeni alaşımlar üretmekte, bir buğday tanesini uçsuz bucaksız başak tarlalarına çevirirken, bir kötücül rüzgâra fırtınalarla karşılık vermektedir. Körün Parmak Uçları’ndaki ses tonuyla, Kuduz Aşısı’ndaki ses tonunun farklılığını adın adlandırılan şeyin üzerindeki etkisinin ötesinde bu dengede aranmalıdır.

İlk şiir kitabınız: “Körün Parmak uçları” ile son şiir kitabınız “Kuduz Aşısı”nı yan yana koyduğumuz zaman, her birinin kendine özgü bir sesi, rengi, yapısı olduğunu tespit ediyorum. Bu özellik, şiirlerinizdeki kendine özgülüğü ve özgünlüğü belirliyor. Özgünlük, bence sanatçının hayattaki duruşunu, yürüyüşünü ifade eder. “Körün Parmak Uçları”nın duruşu ile “Kuduz Aşısı”nın duruşu arasında nasıl bir özgünlük var? Yaptığım tespitte yanılıyor muyum sizce?

Her gemicinin bir düğüm atma şekli vardır. Aynı halat farklı ellerde yeni biçimler kazanır. Biçimle güç arasındaki denge geminin limana hangi sağlamlıkta bağlandığını da gösterir. Şiir sözün ve ahengin sonsuz imkânlarına rağmen tekrardan kurtulamıyorsa yazık! Bu anlamda her iki kitabın farklı örgü, ses ve çağrışım zenginliğine sahip olduklarını söylemek mümkün. Öte yandan farklılıkları görürken iki kitabın da aynı nefesten çıktığını unutmamalıyız. Yenilik var olanın yeni bir boyut kazanmasıdır. Mesela Körün Parmak Uçları’nda Muhteva isimli bir şiir var. Hani içinde “Bir günah işle ve onu öldür!” mısrasının geçtiği şiir. O şiiri Körün Parmak Uçları’yla Kuduz Aşısı arasında bir köprü olarak kabul edebiliriz. Yunus Emre’nin “Her dem yeni doğarız bizden kim usanası!” sözü bu vadide her şaire yol gösterecek bir rehberdir.

Yaşadığınız zamandan Körün Parmak Uçları’na daha çok nesneler, durumlar, kesitler uğramış. Şiirlerinizin adları çoğu kere canlı ya da cansız bir varlığa, nesneye işaret ediyor. O varlıkta, o nesnede aradığınız bir şey olmalı…

Biliyorsunuz İbn Arabî’ye göre kâinat bir kitap, kitap ise bir kâinattır. Bu iki kitap ya da iki kâinat arasında bir de aracı vardır ki, her iki kitabın mütercimi olması istenir ondan. Bu aracı insandır. Ancak İbn Arabî, bu insanın herhangi bir insan olmayıp, kâmil yani uyanmış insan, olduğunu söyler. Her ne kadar şairleri kâmil insan sınıfında değerlendirmek mümkün olmasa da onların bir nevi uyanıklık olan sezgileriyle kâinatı tercüme ederek eksikliklerini tamamlamaya çalıştıklarını söyleyebiliriz. İşte şiir bu sezginin hem toprağı hem meyvesidir. Nesnelere imgesel değer veren, şairi evrenin bir mütercimi konumuna getiren, sezgiyle tam açılamasa da aralanan bu penceredir. İşte o zaman ipekböceği acının, valiz ölümün, fresk ihanetin, elek vazgeçişin, hükümdar aczin, göl sevgilinin, martı dirilişin, çamur imkânsızın harfleri olur.

Gerçekten de küçücük bir nesnede bir özü bulup göstermek ister gibisiniz. Öykülerinizde de ben buna rastladım. Tanpınar sustuğu zamanların şiirine ait olduğunu söylermiş. Öykülerinizi düşündüğümüzde siz ne dersiniz…

Şiir evrenin her köşesinde, insanın her halinde gizlidir. Bir maden ocağında toprağa karışmış cevher gibidir ve ayrıştırılmayı bekler. Biz şairler ancak başkalarının görmediği bir biçimde görebilmeyi başardığımız takdirde özü posadan ayırabilir, bütüne işaret eden parçayı ortaya çıkarabiliriz. Şiiri mayalayan öz de budur işte. Aslına bakacak olursa yalnız şiirlerimde değil, hikaye ve denemelerimde de bu göz var. Bu yüzden zaman zaman yazdığım metinlerin türü ne olursa olsun şiir oldukları duygusuna kapılıyorum. Şiir konuşmadan çok bir susma işidir, doğru. Bir Çinli şair ne demiş: “Biz şairlerin yoklukla mücadelesi, onu varlığı ortaya çıkartmaya zorlamak içindir. Sessizliği bir müzik yanıtı almak için tıklatırız.” Çinli şairin dediği gibi kapıyı çalarız ama, karşımıza yekpare bir ses hamulesi çıkmaz. Aralarda “es” olmazsa ne kadar ustaca art arda getirilmiş olursa olsun notalar gürültüye dönüşür. Boşluklar resimde de müzikte de şiir de de heykelin üzerinde yükseldiği kaide gibidir. Ancak ben öykülerimde de susuyorum. Soyutlama, en aza indirgeme, özü kabuğundan ayırma öykülerimde de var. Bu yüzden ucu açık öyküler bunlar; okur imgelemiyle harmanlanıp her seferinde yenilenme imkanına sahip metinler… Sanat eserinin doğurganlığının sırrını burada aramak lâzım. Her şeyi anlatma çabasıyla bütün boşlukların kapatıldığı, havasızlıktan boğulmuş metinlerle zamana direnmek mümkün değildir. Max Frisch, “Önemli olan; söylenemeyendir, sözcüklerin arasında kalan boş alanlardır,” diyor. Ben de “söylenemeyen”sözünü “söylenmeyen” olarak değiştirip onun tuğlası üzerine bir tuğla ekliyorum. Zira “söylenemeyen”de sarhoşluk, “söylenmeyen”de akıl var. Ben şiiri sarhoşlukla aklın arasında arıyorum!

Körün Parmak Uçları ile ilgili atladığım bir şeyi şimdi sorayım. O kitaptaki hassasiyet, duyarlık fark edildi mi? Bu kuşkusuz sizin dışınızda bir şeydir. Ama kendince hassasiyeti olanlar nezdinde bir karşılığı oldu mu? Bu size ulaştı mı?

Yoksulların yalnız ölüleri değil, dirileri de geç fark edilir. Hani Yunus, “Bir garip ölmüş diyeler/ Üç günden sonra duyalar” diyor ya. Ölüleri geç de olsa duyup soğuk su ile yuyanlar, dirileri duymaya bir türlü yanaşmıyorlar. Zira dirileri duysalar, ölüleri nereye koyacaklar? Diri diye yere göğe koyamadıkları kadavraları nereye saklayacaklar! Yalnız “Körün Parmak Uçları”nın değil, daha kaç diri ve özgün eserin belasıdır bu. Tabiî bu perdecilerin dışında her zaman bir avuç kalp ve idrak sahibi vardır; onların varlığı ve kelimeleri şairi ayakta tutar. “Körün Parmak Uçları”ndaki hassasiyeti fark ettiklerini söz ve yazıyla bildirenler oldu. Fakat ne tuhaftır ki şairler farkındalıklarını genelde sözle ifade etmeyi tercih ederken, edebiyatın diğer alanlarındaki kalemler bunu yazıya dökebildiler. Olsun. Varsın bizi bir kişi dışında hiç kimse anlamasın. Bir kişi her şeydir. Şairler de yazarlar da aslında bir kişi için yazarlar.

Merdiven Sanat’tan sonra Kitap Haber dergisinde Celal Fedai ile Merdiven Şiir’in bir hazırlığını yaptınız. Cahit Zarifoğlu’ndan Cemil Meriç’e, Ece Ayhan’dan Şiirin Bugün’üne pek çok hususa eğildiniz. Bir kitap dergisinin bir edebiyat dergisinden daha etkili olduğu görüldü kısacası. Demek istediğim size ulaşan bir karşılık yoksa bütün bunlara nasıl güç buldunuz.

Bu soruya bir bestecinin sözleriyle cevap vereyim. Ne diyor Schumann “Çalarken seni kimin dinlediğini umursama!” Eğilmeye niyeti olmayanı alkışlamazlar. Hem alkış doğar doğmaz ölüp soğur. Kitaplarımda yer almayan “Ebru Teknesinde Bir Yeşil” şiirimde şöyle bir mısra var: “Salonların içinde buz tutmuş alkış!” Ben bu şiiri yazdığımda 23 yaşımdaydım. Gençliğinde alkışa böyle bakan birinin olgunluğunda hareketlerini alkışa duyarlı kılması mümkün mü! Sese duyarlı bir oyuncak görmüştüm. El çırptığında kahkahalar atıyordu. Marifetin iltifata tabi olması başka bir şey. İltifatın kelime anlamının “yüzünü çevirip bakma” olduğunu biliyor musunuz! Yüzünü çevirip bakana can feda. Hem hiç kimse yüzünü çevirip bakmasa bile, her daim gözetleyen birinin varlığı bize yeter. Merdivenşiir’in ilk sayısındaki sunuş yazımızın başlığı neydi, hatırlayın bakalım. Yola çıkarken attığımız ilk adımı nasıl tanımlamıştık: “BİR GÖZE DÖNÜŞEN GÖKYÜZÜ VE MERDİVENŞİİR DİYE BİR DERGİ.”

Kitap Haber, bana kalırsa Merdiven Şiir’in yokluğunda sizin ve Celal Fedai’nin hararetini diri tutmuş.

Elbette. Merdiven Sanat kapanmıştı ve onunla birlikte yayın hayatına atılan Kitap Haber’den başka aracımız kalmamıştı elimizde. Kitap Haber’in eski formuyla yükümüzü taşıması ise mümkün değildi. Bu yüzden hem biçim hem içerik olarak yeni bir yapılanmaya gidilmeliydi. Bu yapılanmada omzumun yanında başka bir omuz bulduğum için kendimi bahtlı hissediyorum. Kula teşekkür etmeyen Tanrı’ya teşekkür etmez. Öte yandan bilinmelidir ki Celal Fedai’yle A. Ali Ural yalnız kendi hararetlerini diri tutmadılar bu dergide. Türk edebiyatının ve düşünce hayatının önemli isimlerinin ateşini de tekrar güne taşıyıp onlara olan vefa borçlarını ödemeye çalıştılar. Burada yine Schumann’ı hatırlamalıyım. Bakın ne diyor vefa hususunda. “Dağın arkasında da birileri oturuyor. Mütevazı ol! Yaptığın, düşündüğün her şeyi senden önce yapmışlar, düşünmüşlerdir. Hem böyle olmasa bile onu başkaları ile bölüşeceğin bir Tanrı armağanı say!”

Burada sizin genç yeteneklere yıllardır zaman ayırmanızdan bahsetmeden geçemeyeceğim. Sahip olduğunuz birikim ve edebi zevki gerek edebiyat atölyelerinde, gerek yazarak, gerekse radyo programları aracılığıyla cömertçe paylaşmanız bunların bir Tanrı armağanı olduğunu düşündüğünüz için mi?

Başka ne olabilir. Ben bildiklerimi paylaşmayı bu armağanın bir gereği olarak görüyorum. Meslek sırrıdır diye paylaşmaktan kaçınanlar bilmiyorlar ki verdikçe azalmaz. Yüce Allah verene fazlasıyla lutfediyor. Sadece zanaat değil sanat da usta çırak ilişkisi ister ve bu yerel değil evrensel bir gelenektir. Geleceğin ustalarına “çırak” dendiğini bilmeyenler “çırak” olmaktan utanarak ustalıklarını tehlikeye atarken, birikimlerini gelecek kuşaklara aktarma gibi bir derdi olmayan çıraksız ustalar da bir yandan bahş olunanın hakkını veremezken diğer yandan vermenin beraberinde getirdiği yeni sırlardan mahrum kalırlar.

Benim bir gözlemim var. Türk şiirinde etik ve estetik duruş bakımından şu geçen beş altı yıl içinde bir belirginlik oluştu. Sözgelimi Merdivenşiir’de siz bir pozisyon aldınız. Bu da çok belli olsun istediniz. Bu bahsi ayrıca açmak istiyordum ama vaktinden önce açıldı. Sizin şiirinizin son derece insani kırılganlığının Köpek Dili, Nefes Darlığı, Hidrofobi gibi şiirlerle nasıl yerine göre sertleştiğini gördük. Merdiven Şiir iki yılda Türk şiirinin etik ve estetik değerlerini sahiplenerek saygın bir yer edindi. Bu arada siz ikinci şiir kitabınızı mayaladınız. Kuduz Aşısı kitabınıza gelmeden önce, söyleşimizi yaptığımız dergiyi biraz konuşsak. Derdi ne ki Merdiven Şiir’in etrafında bu kadar gürültü koptu, kopuyor?

Merdivenşiir ezberi bozdu. Ezberin bozulduğu her yerde gürültü kopar. Zira ezberi bozmak taşları yerinden oynatmaktır. Aslında taş ağır olsa yerinden oynamaz. Demek ki yerinden oynayan taşlar hafiflikleriyle malüller. Merdivenşiir’in derdi illetlilerle uğraşmak değil. Sonu yok bunun. Çıtanın yükselmesi Abdurrahman Çelebi’leri rahatsız ediyor diye Türk şiirinin kavgasını vermekten geri mi dursaydık! Bakın bazı davalar davacı davasını çekse de bitmez. Kamu davalarıdır bunlar. Biz Türk şiirinin kamu davasının devam ettiğini görüyor ve bu davanın içinde olmayı kaçınılmaz bir yükümlülük sayıyoruz. Mevzilerini koruyabilmede Merdivenşiir’i engel olarak görüp kifayetsizliklerini çirkeflikleriyle kamufle etmeye çalışanlar bilmelidirler ki bir yanağına tokat atana öbür yanağını uzatmak Hristiyanca bir tavırdır, Müslümanlıkta esas olan kısastır. Merdivenşiir egosunu değil Türk şiirini dert eden her şairi baş tacı edecek bir duruşun dergisi olmuştur hep. Aksi halde bu kadar farklı düşünce ve şiir anlayışındaki şaire kürsüsünü açması beklenemezdi. Merdivenşiir koro halinde şarkı söyleyenlerin değil, bireysel zenginlikleriyle bir yandan kendi enstrümanlarını çalarken öte yandan Türk şiirinin büyük senfonisine notalarını katma endişesi taşıyanların dergisidir.

Kuduz Aşısı, sanırım bu derdin ağırlığından sessiz sedasız geçiştirilmek istendi

Sükutun çeşitlerinden biridir örtmek. Ancak zaman öyle bir yargıçtır ki yalnız yalancı şahitleri değil, hakikata tanıklık etmekten korkanları da mahkum eder ve örtülmeye çalışılanı daha belirgin bir biçimde ortaya çıkarır. Merdivenşiir arı kovanına çomak soksaydı “Kuduz Aşısı” yine de böyle bir sessizlikle karşılanmayacaktı. Nihayetinde balları vardır arıların, at sineği gibi yapışmazlar sessizliklerine. Demek ki çomak tekerleklere sokulmuştur. Araba sevdasına düşmüş karikatür sürücüler, atlarını ne kadar kırbaçlarlarsa kırbaçlasınlar mesafe alamadıklarını görüp, genetik ve ruhsal yapılarındaki dengeyi kaybetmişlerdir. İşte Kuduz Aşısı tam da bu vadinin şiiridir.

Şiir ortamından hoşnutsuzluğunuzu biliyorum. Görünüşte herkes hoşnutsuz.Peki ama neden gitgide irtifa kaybediyoruz?

“Düşüyoruz!”demek istiyorsunuz. Zira irtifa kaybetmek, inmeye yönelik bilinçli bir tercih değilse düşmektir. İşin tuhaf tarafı düşenler yükselmiş de düşmüş değiller. Düşüklüğün müşterisini oluşturduklarından dolayı arz ettiklerinin utancını taşımıyorlar. Elbette seviye kaybının tek sorumlusu değil bu güruh. Bir de iyi niyetli kifayetsizler var. Pörsümüş imgelerle, yapay duyarlıklarla, arabesk renklerle boyadıkları şiirleriyle hâlâ birçok dergide kendilerine yer açabiliyorlar. Kimi editörler türlü kaygılarla (çıkar, güç, hatır, yaş, ) bu tâifeye bile bile göz yumuyorlar. Hatta kadrolu şairleri oldukları takdirde arkalarında durmakta bile bir beis görmüyorlar. Garip bir alış veriş niyetiyle “şiir ortamı”nı “şiir piyasası”na döndürüyorlar. Halbuki, yükselmek ve yükseltmek için yüksek niyetler taşımak gerek. Şiirin yeri dağ başlarıdır bataklıklar değil. Ne diyor Shakespeare: “Gözlerin yok mu senin? Nasıl inebilirsin/ O yüce dağ başından bu bataklığa!”

Kuduz Aşısı adı çok önceden konmuştu sanırım. Kitabın kendi içinde adeta tek bir şiirmiş gibi bir kurgusu var. Üstelik kitabın içinde “Kuduz Aşısı” adlı bir şiir yok. Neden “Kuduz Aşısı” başlığı altında toplandı bu şiirler?

Öncelikle Kuduz Aşısı isminden yola çıkalım. Körün Parmak Uçları’nın yayınlanmasının akabinde yapılan bir röportajda bundan sonraki şiir kitabımın adını ilan etmiştim: “Kuduz Aşısı” Yıl 1998’di, Sirkeci’den Kadıköy’e giden bir vapurda “Neden Kuduz Aşısı” diyen bir arkadaşıma: “Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, kalemimizin mürekkep haznesine taş doldurarak yazmalıyız. Her şey ama her şey ısırıyor ya da dişlerini gösteriyor.” demiştim. İnsan dişlerinin köpek dişleriyle yer değiştirdiğini görüp kırılgan şiirler yazmanın şair sorumluluğuyla bağdaşmayacağını düşünmeye başlamıştım çünkü. Dahası insanın bu kudurganlığını denizlere, ırmaklara, dağlara, yani tabiata bulaştırdığını, bu yüzden her şeyin ama her şeyin diş çıkardığını, ancak bu dişlerin süt dişleri değil, it dişleri olduğunu tahayyül etmeye başlamıştım. Öte yandan kıskançlığın, kinin, şehvetin yalanın, aşkın ve kibrin dişlerini hiç bu kadar derine saplamadığını görüyordum dehşetle. İşte bu bakış açısıyla Kuduz Aşısı, bağımsız şiirlerden oluşmasına rağmen, kuduzun belirtilerini imgelem âlemine farklı renklerle taşıdı. Modern hayatın huzursuzluk, hırçınlık, tedirginlik gibi göstergelerinin kuduzun ilk belirtileri olmasından hareketle hem bu dokularla hem de kuduzun daha sonraki belirtileri olan ruhsal çöküntü, felç, duyu bozuklukları, nefes darlığı, çırpınma nöbetleri ve nihayet su korkusu yani hidrofobiyle yoğurdum şiirimi. Bütünlüğü sağlayan maya budur.

Kuduz Aşısı’nı: “vınlayan ok “, “körpe kılıç”, “ve kıpır kıpır” diye üç bölüme ayırmışsınız. Vınlayan ok bölümündeki Hidrofobi, Keskin Nişancı şiirlerinde korku, ölüm, cinayet imgeleri derinlik kazanmış. Körpe Kılıç bölümündeki: “makas, neşter, çiçek ve pudra/ kartopu eldivenleriyle iz bırakmadan/ makas, neşter, çiçek ve pudra” (Diktatörler ve Çocuklar), “yüzgeçlerini gösteriyor hep köpek balıkları/ hep harman, hep kan, hep buğday, hep et (Can Havli)”, “beyin ölümü gerçekleşmiş diline müşteri yok” (Köpek Dili) dizelerindeyse, yine sanki bilinç altında geniş bir alan kaplayan cinayet, korku gibi idealar işlenmiş. Sizce yanılıyor muyum? Neyi simgelemekte bahsi geçen bilinçaltı?

Aşı, mikropların zayıflatılmış, hastalık yapacak gücünü kaybetmiş halidir. Yani aşı mikrobun ta kendisidir. Kuduz Aşısı, trajediyi hakikatin dehşetini hayalle azaltarak zerk ediyor insan şuuruna. İnsanların kişisel tarihleri bir araya gelerek insanlık tarihini meydana getiriyorsa, bireyi koruyacak bağışıklık sisteminin insanlığın kurtuluşu için de geçerli olduğunu düşünmek mümkündür. Demek ki, ruhun da üzerine düşmüş yabancı gölgeleri kuşatıp onları etkisizleştirecek ya da yok edecek bir bağışıklık sistemine ihtiyacı var!

Bana göre son yıllarda klasik manada şiir tadı aldığımız birçok şiir var “Kuduz Aşısı”nın içinde. Tek tek saymak yerine şunu sormalıyım diye düşünüyorum. Bu şiirler sizde nasıl oluşuyor. İmgelerin birbiri ile bağı okur açısından oldukça kapalı kalıyor. Bir anahtar var mı? Ya da böyle bir soruya müsaade yok mu?

Anahtarı saklamadım. Üstelik şiirlerin üzerine koydum. Kuduz aşısındaki şiirlerin isimleri o şiirlerin anahtarlarıdır aynı zamanda. Şiirin oluşumunda başat bir rol üstlenen bu sözcüklerin, o şiirlerin tahlilinde anahtar görevi yapabileceklerini söyleyebilirim. Fakat şunu da söylemek durumundayım ki şiirin ana kapısından girilse bile okuru bekleyen başka kapılar var. Bir evin dış kapısı ve odalarının kapıları gibi. Bu kapılardan bazıları açık, bazıları aralık, bazıları kapalı, bazıları ise kilitli… Çağrışım ve algı zenginliğine göre okurlar bu şiirlerden farklı tatlar alacaktır. Aslında şiirimi anlatmak gibi bir derdim yok. Şiirin böyle bir derdi yok aslında. Zaten dikkatli bir bakış imgeler arasındaki gizli teyelleri keşfedebilir. Çağrışımların daldan dala atlayıp bir orman yangını gibi şiiri nasıl kuşattığını dehşetle seyreder. Şiiri sarhoşlukla akıl arasında aradığımı söylemiştim. İmgeler arasındaki bağlara, aklın ve esrikliğin şiirimde nasıl bir denge oluşturduğunu anlatarak açıklık getirmek isterim. Mesela, “Pencere Sen Aç Beni” şiiri mimari öğeler üzerine kurulmuş bir şiirdir. “Asma taşıyıcılar”, “çok eğrili kabuklar”, “ağlar”, “kemerler”, “perdeler”, “katlanmış plaklar”, “makaslar” bir binada ağırlığı taşıyan öğelerdir. Şair bu öğeleri kullandıktan sonra “Ne ağır gökyüzü!” diyor. Öte yandan bu kelimelerin çağrışımlarından faydalanarak yangını başka alanlara sıçratıyor. Mesela bu inşaat terimleri okurun zihninde bambaşka resimler çiziyor. “Asma taşıyıcılar” belki de üzüm taşıyan kadınları, “çok eğrili kabuklar” deniz kabuklarını, “ağlar” balık ağlarını, “kemerler” belleri, “katlanmış plaklar”, kırık plakları, “makaslar”, bildiğimiz terzi makaslarını çağrıştırıyor. Böylece şiir içinde şiir oluşuyor. Tabiî her şiirime uygulanacak bir şablon değil bu. Şiirin şablonlarla işi yoktur. Daha fazlasını söylemek istemiyorum.

Kuduz Aşısı’nın ilk bölümü –vınlayan ok- : “kim dinliyorsa sırtımı kabzalara değiyor kulağı / Hiç duymadığı sesler duyuyor/ yüzünden belli/yüzünden belli anlamadığı” ile başlıyor. Son kısım ise -ve kıpır kıpır- : ” sonları kaldırıyorum her şey sürecek/ mi yoksa geldi mi şiirin sonu / Selamlayın melekleri yerlere kadar / kahrın galasıdır bu !” dizeleriyle son buluyor. Sizin açınızdan nedir kahrın galası? Sanırım gene şiir alanına biraz müdahale oldu bu…

Nefesinizi stetoskopla değil çıplak kulakla dinleyenler sırtınızdaki kabzalarla irkiliyor ve duydukları seslere bir anlam veremiyorlarsa “son”un olmadığına, her şeyin süreceğine de bir anlam veremeyeceklerdir. Kahrın galasına gelince, susmama izin verin. Sorularınıza teşekkür ederken melekleri yeniden selamlıyorum. Merdivenşiir, Sayı 13-14, Mayıs-Ağustos 2007

Site Altbilgisi